VAROLUŞÇU PSİKOTERAPİ
Varoluşçuluk son yüzyılımızda felsefî bir akım olarak kendini ortaya koydu. Ekzistansiyalist felsefe bir anlam arayışından yola çıktı. İnsanın, kendini ve maddeyi sorgulaması sonucunda karşılaştığı açmazları anlamaya çalıştı. Varoluşçu felsefenin oluşmasına tek bir filozofun katkısı yoktur. Birçok filozof varoluşçu felsefî akımın gelişmesinde rol almışlarıdır. Kirkegaard, Heidegger, Sartre, Neitsche gibi filozoflar bu akımın öncülerinden kabul edilir. Varoluşçu felsefeyi bir bağlamda değerlendirmek, tanımlamak oldukça zordur. Herhangi bir filozof da ortaya çıkarak 'ben varoluşçuluğun temsilcisiyim' iddiasında değildir. Özellikle Sartre'ın etkisiyle toplumsal hayata açılan varoluşçu felsefe birçok alanda etkiler yaratmıştır. İnsanı izah etmeye çalışan ve insanın sorunlarına yaklaşım getiren varoluşçu felsefe elbette ki psikoloji içinde de temsilcilerini bulacaktır. Varoluşçuluk bu manada insanın zihinsel yapısının ve dünyayı algılama şeklinin bir başka izah tarzıdır. Psikoloji ve psikiyatride varoluşçuluğun çok etkin bir takım sonuçlarını görmekteyiz.
Psiko-terapötik yaklaşımlar insanın sorunlarına katman katman çözüm bulmaya çalışmaktadır. Davranışçı, Kognitif, Dinamik ekoller bu sorunları çözme iddiasında bulunan psiko-terapötik ekollerdir. Ancak klinik uygulamalarda bu terapötik yaklaşımların tıkandığı, çözüme ulaşamayan ve yolların bittiği yerler ve zaman dilimleri mevcuttur. İşte bu aşamada varoluşçuluk akımı psikiyatriye ve psikoterapiye yeni bir nefes aldırmış, yeni bir açılım sağlamıştır. Psikiyatrik klinik tabloların ekseriyetinde karşılaştığımız temel sorun anksiyete ve korkudur. Anksiyete yani bunaltı, iç daralması bir sinyal niteliğindedir. Normalde reel hayatın uzantıları, bir tehlike arz ediyorsa birey bunaltı içine girer. Bir yakının kaybı, ekonomik felaketler, yaşanılan bir takım ağır travmalar, reel olarak bireyde bunaltı doğurur. Gerçek bir olaya karşı kişinin hissettiği bunaltı normaldir, olması gerekir. Çünkü bir sinyal niteliğinde olan bu bunaltı sayesinde birey bir takım koruyucu tedbirler alır. Bu tedbirler sayesinde de canlığını ve pozisyonunu korur. Aksi takdirde hayatın gerçek yüzü onu saf dışı bırakabilir. Fakat bazı bunaltılar vardır ki bunlar, kaynağına indiğiniz de ya davranışsal bir öğrenme ya bilişsel bir çarpıtma ya da dinamik bir alt yapıya dayanmaktadır. Ancak bazı bunaltılar davranışçı bilişsel ve dinamik yaklaşım tarzlarıyla izah edilememektedir. Zaman zaman klinik uygulamalarımızda bu tip tablolar karşımıza gelebilmektedir.
Bazı klinisyenler kendilerini varoluşçu psikoterapist olarak isimlendirmektedirler. Bunların başında psikanalist okulundan yetişmiş Irving Yalom gelmektedir. Psikoterapi geleneğinde Irving Yalom varoluşçu psikoterapinin temsilcisi gibi kabul edilmektedir.
Yalom geniş klinik tecrübelerinden yola çıkarak kendini bir psikanalitik yaklaşımla sorgulamış, sonuçta varoluşçu psikoterapi anlayışında karar kılmıştır. Varoluşçulara göre insanın psikolojik rahatsızlıklarının temelinde, özünde varoluşçu bir takım etmenler bulunmaktadır. Tabloların karmaşıklığı, kompleksliği veya kaotik olması insanı yanıltmamalıdır. İnsanlar birbirlerinin aynısıdırlar. İnsan, elinde olmadan bu dünyada var olmuş bir yaratıktır. Varlığını fark edebilen tek yaratıktır. Varlığını fark etmeyle beraber varlığının neden ve niçinlerini sorgulamak durumundadır. Bu durum, insanın varlığına anlam arama sürecidir. Varlığa anlam aramak doğuştan gelen bir ihtiyaçtır. Kendini sorgulayan insan, sorgulamanın sonucunda bir takım açmazlara düşmektedir. Bu açmazlarla karşılaşan birey büyük bir bunaltı, sıkıntı ve korku hissetmektedir. Hissettiği bu derin bunaltı halini tekrardan anlamlandırma ihtiyacı duymakta ve bundan da bir takım klinik tablolar ortaya çıkmaktadır. Her birey varoluşuna anlam arayışıyla birlikte sorgulamaları sonucunda bir takım sorulara ve sonuçlara ulaşmaktadır. Cevabını bulamadığı temel birkaç soru vardır. Bu soruların cevapsızlığı ve çözümsüzlüğü insanı yalancı bir dünyaya mahkûm bırakmaktadır. İnsan oyun içinde oyun oynamakta ve kendi kendini kandırmaktadır. Varoluşuna anlam arayan insanın cevaplamaya çalıştığı temel beş soru şöyle sıralanabilir:
1. Hayatın anlamı nedir?
2. Geleceği bilmek ve belirlemek mümkün müdür?
3. Ölümden başka bir hakikat var mıdır?
4. Kaderimizin sorumluluğu kime aittir.
5. Hayatta yalnız mıyız?
Bu sorular, özünde çok büyük hakikatleri barındıran, insanı açmaza düşüren sorulardır. İnsanın varlığı ve gizemi bu soruların içeriğinde yatmaktadır. Bu soruları tek tek ele alıp varoluşçu psikoterapi bağlamında bunların ne anlama geldiğini yorumlamaya çalışacağım.
1- Hayatın Anlamı Nedir?
Herhangi bir insan başka birine hayatın anlamını sorduğunda yüzlerce cevap alır: Hayat çok anlamlıdır, yapılacak çok iş vardır, hayat amaçlar ve hedeflerle doludur. O kadar büyük amaçlar ve hedefler vardır ki bunları bir ömre sığdırmak mümkün değildir. Her insanın hayat hikâyesini ayrı ayrı alıp incelediğimizde hayata anlam yüklemelerinin çok farklı olduğunu görürüz. Herkes kendi anlamını kurgulamakta, o anlamın peşine koşmaktadır. Her bir dakikanın, her bir saatin, her bir günün, her bir haftanın, her bir ayın, her bir yılın ayrı hedefleri ve anlamları vardır. Ölesiye uğrunda mücadele edilen amaçlar gerçekleştiğinde, hedefler geride kaldığında, geriye dönüp bakıldığında ilginç hisler yaşanır. Uğruna büyük mücadeleler verilerek elde edilen amaçların daha sonraki dönemlerde çok gülünç durduğu fark edilir. İnsanoğlu geriye doğru bakıp bebekliğinin, çocukluğunun, oyun çağının, okul hayatının, meslek hayatının her bir evresinden amaçladığı hedeflerini zihnen irdeleyebilir. Hepsine tatlı bir gülümseme ile bakar. "Ne kadar da çok önemsemişti! Ne de büyük anlam yüklemişti. Ama onların hepsi boş ve hayalden ibaretmiş, anlam yüklenecek şeyler değilmiş…" Esas anlam şu an önüne hedef olarak koyduğu şeydir. Ancak ne kadar ilginçtir ki tekrar tekrar yaşadığı hatayı yine tekrarlamaktadır. Şu anda çok önemsediği, büyük anlam yüklediği amaçlar da bir müddet sonra geçmişin çöplüğüne atılacak ve daha sonraki yıllar gülünecek hatta alay edilecektir. İnsanoğlu bu kısır döngüyü görmekten acizdir. Daha doğrusu bu kısır döngüyü görmek insanoğlunun işine gelmez.
Buradan nasıl bir sonuç çıkarabiliriz. Detaylı bir şekilde incelendiğinde hayatın, özünde hiç bir anlam taşımadığı gerçeği suratımıza şamar gibi vurulur. Hedef ve amaçlarımız ne kadar büyük, ne kadar yüce ve ne kadar kutsal olursa olsun insan, özündeki anlamsızlığı kapatmak için alınmış geçici tedbirlerden ibarettir. İnsan kendi varlığını sorgularken bu anlamsızlığı kısmen hissedebilir. Bu anlamsızlığı kısmen hisseden veya anlamsızlığın duygusal olarak yakınlarında dolaşan bir birey müthiş bir bunaltı içine düşer; çünkü hedeflerin veya amaçların hiçbir anlamı kalmamıştır. Anlamsız olan bir yaşamı devam ettirmenin ne anlamı vardır? Bu anlamsızlık insanda daha da büyük bir bunaltının oluşumuna neden olur. Kişi bu bunaltıyı hissettiğinde ego düzenekleri sayesinde bunaltının kaynağına inmek yerine farklı bir yerde anlam arar. İşte bu anlam arayışları klinik tablolar olarak karşımıza gelir. Hiçbir birey filozofik bir manada, Sokratik bir yaklaşımla sorgulama yaparak varoluşçuluğu irdelemez. Hayatın anlamını bu manada sorgulayanlar ancak filozoflardır. Ancak bazı bireyler sezgisel yolla, yaşadığı hadiselerin sebep-sonuç ilişkisindeki bağlantılarla bu anlamsızlığı derinden derine hissederler. Özellikle yaşamında anlam yüklediği amaçlara ulaşmış, yeni bir hedef geliştirme konusunda kısır kalmış bireylerde anlamsızlık hissi yoğundur. İşte bu durumda bunaltı çok fazladır.
Ekonomide arz-talep ilişkisinde piyasanın doygunluğunu belirten bir doyum noktası yani 'işba' noktası vardır. Doyum noktasının ötesinde piyasaya arz yaptığınızda fiyat büyük oranda düşer, arzı kıstığınızda ise fiyat yüksek oranda artar. Bu klasik arz talep kanunudur. Ruhsal yapımızdaki dürtülerin hedeflerine ulaşması da aynı mekanizmayla değerlendirilecek olursa hedeflerin bir bir elde edilmesi, dürtülerin kısa sürede amaçlara ulaşması bir müddet sonra bireyde doyum noktasını oluşturacak ve o noktadan itibaren sıkıntı başlayacaktır. Aç olan bir insana yemek sunduğunuzda bunu keyifle ve şükran hisleriyle yiyecektir. Doyduktan sonra bireye yeni bir porsiyon yemek yeme konusunda ısrarcı olduğunuz da bunu da yiyecektir. Üçüncü kez yeni bir porsiyonu önüne sunduğunuzda yemeyi reddedecektir. Ancak kişiye tehditle veya silah zoruyla yemek yedirmeye çalıştığınızda bu durumda korkuyla yemeği yiyecektir. Bunun üzerine tekrar yemek yemeye zorlarsanız sistem iflas edecek ve kişi kusacaktır. Bu doğal bir süreçtir. Burada ne olmaktadır? İnsan aynı insan, yemek aynı yemek olduğu halde tavırlar değişmektedir. Birinci porsiyon yemek hayat kurtarıcı iken ve keyifle yenirken son porsiyon yemek büyük bir zulümdür ve sonuçta kusmayla sonuçlanmaktadır. Birey doyum noktasını aşmış, aynı madde yoğun bir şekilde kişiye yedirilmeye çalışıldığında kişi kusmuştur. Bu durum cinsellikte, şöhrette, parada ve eğitimde de kendini gösterebilmektedir.
Yukarıda bahsetmiş olduğumuz faktörlere bağlı olarak, amaçlanan hedeflere yönelen bireyler bunları elde ettiklerinde, doyum noktasının ötesine geçtiklerinde hayat anlamsızlaşmaktadır. Bu anlamsızlık, kişide büyük bir bunaltı yaratmakta ve sıkıntı içine düşmektedir. Bu, insanın varoluşundaki temel noktaya ulaşmasıdır. Yani anlamsızlığı idrak ettiği noktadır. İşte bu noktaya ulaşmış birçok ünlü zenginin, şöhretin, bilim adamının ve filozofun trajik intihar hikâyeleri oldukça sık rastladığımız bir sonuçtur. İnsanoğlu medeniyeti oluştururken hep bir hedefler silsilesi geliştirmektedir. Hedeflere ulaşma sürecinde alınan keyif, kişiyi anlamsızlığa karşı korumaktadır. Bir hedefe doğru giderken bireyin hissettiği varoluşsal zevk, hedefin bittiği noktada anlamını yitirebilmektedir.
İnsanlık tarihi, derindeki insanoğlunun temel yazgısı olan hayatın anlamsızlığına karşı alınmış tedbirlerden ibarettir. Tarihsel süreç insanın anlamsız bir hayatı kapatmaya yönelik tedbirleri nasıl aldığını bize göstermektedir. Doğuştan itibaren farkında olmadan anne-baba ve kültür bireye hep anlam pompalamaktadır. Öyle bir medeniyet geliştirilmiştir ki; doğudan batıya kuzeyden güneye her toplumda birey, her yaş kesitinde hayata belirli anlamlar yükletilerek yaşatılmaya çalışılmaktadır. Kişiler veya kurumlar şuursuz bir şekilde insanın anlamsızlık yazgısını örtmeye çalışmaktadır. Çünkü anlamsızlığı ruhumuzda hafiften de olsa hissettiğimizde dayanılmaz bir bunaltı ve acı yüreğimizi kavurmaktadır. İşte bu bunaltıdan kurtulmanın tek yolu hayata her an bir anlam yükleme gerekliliğidir. Hayatta sarıldığımız her şey bu anlamsızlığı kapatmaya yönelik alınmış tedbirlerden ibarettir.
Bir an oturup düşünün; bugün niçin yaşıyorum ve ne yapıyorum sorusunu araştırın. Kimimiz para kazanmaya, kimimiz eğitimimizi tamamlamaya, kimimiz bir sınavda başarılı olmaya, kimimiz karşı cinse aşkımızı kabul ettirmeye, kimimiz yeni bir makama atanmaya ve kimimiz de başkaları tarafından tanınmaya yönelmiştir. Bunlar, bizim hayata anlam yüklediğimiz hedeflerimizdir. Ve bunun için yüreğimizde büyük bir coşku ve istek bulunmaktadır. Bunları gerçekleştirdiğimiz zaman ne olacaktır? Bu hedefler tükendiğinde hayatın anlamı ortadan kalkacak mıdır? Mantıksal düşünce bunu gerektirir. Bugün için hayata yüklediğim anlam, amaca ulaştığımda ortadan kalkmaktadır. Hayat yeniden anlamsız hale gelmektedir. İşte bu nokta medeniyetin veya insanın ruhunun çatırdadığı noktadır. Medeniyetin çökmemesi ve insanın varlığını sürdürebilmesi için bireyin hayatına yeni anlamlar yüklenmeli, yeni bir koşu başlatılmalıdır. Bu sanki bir kölelik harekâtıdır: Anlamsızlık efendimizin korkuttuğu benliğimiz, anlamsızlığın korkunçluğundan kurtulmak için kendisine hep yeni hedefler oluşturmak zorundadır. Bu şekilde derin katmanlardaki bunaltıyı benlik düzeyine çıkarmamaya çalışmaktadır. Hayata anlam yükleyen birey, anlamını gerçekleştirme sürecinde bir takım engellerle, bir takım problemlerle karşılaşır. Bunlar benlik düzeyinde hissedilen bunaltı ve sıkıntıya neden olur. Anlamsızlık bunaltısı karşısında hissedilen bu bunaltılar terazinin kefesinde fazla bir yer tutmamaktadır.
Birey, hedeflerinin bittiği ve tükendiği noktada hayatının anlamsız bir halde çoraklaştığını fark eder. Bu anlamsızlığı ortadan kaldırmanın diğer bir yolu, var olmayı hissetmektir. Hissedilen bunaltı, var oluşunun bir delili, bir karinesi olarak ele alınabilir. Bu durumda anlamsızlık karşısında hissedilen bunaltı; yokluğa ve hiçliğe karşı var olduğuna, varlığının devam ettiğine dair bir delil olarak hep yanı başında tutulur. Bu tip bireylerin yaşamları, hissettikleri bu yoğun anksiyeteye yani bunaltıya bağlıdır. Bu bireylerin bunaltılarını kaldırmaya yönelik alacağınız tedbirler onların yok oluşunu meydana getirir. Burada paradoks bir tablo vardır. Bu tip bir tabloyla karşımıza gelen hastalarımız, bunaltıyı önleyici bir takım medikal veya terapötik tedbirlere başvurduğumuzda büyük bir boşluk hissi oluştuğundan bahsetmektedirler. Bu boşluğun dayanılmaz bir şey olduğunu ifade ederler. Bu boşluk ölü gibi, taş gibi, cansız bir dal gibi bir hiçlik halidir. Bu hiçliktense bunaltı ile birlikte bir var oluşu hissetmek tercih edilen bir yönelim olmaktadır.
Hayatın anlamsızlığı sadece bireyin hedeflerinin bittiği veya bunları derinden sorguladığı durumlarda değil, ölüm hakikati ve gelecekle ilgili belirsizliği ile ilgili suallerle birlikte ele alınmalıdır. Aşağıda bahsedeceğimiz varoluşsal temel soruların açmazları, anlamsızlığı daha da kuvvetlendirmekte, kişinin bunaltısını daha da artırmaktadır. Bu durumda birey bu dünyada varlığını sürdürebilmek için her an anlam arayışını sürdürmek zorundadır. Etrafımızda veya kendimizde bu anlam arayışının yoğun telaşını her an gözlemleyebiliriz. Bunu test etmek çok kolaydır. Birey olarak hiç hareket etmeden, mümkün olduğu kadar düşünmeden sakin bir şekilde, hedefsiz bir şekilde kalalım. Bir müddet sonra içimize bir bunaltının çöktüğünü hissederiz. Bunu bir grupla beraber yaptığımızda, bu bunaltının daha da ağır olduğunu gözlemleriz. Çünkü yaşanılan her dakika anlamlandırılmalı, zaman içerisinde hedefler belirlenmelidir. Anlamsız, hedefsiz bir vakit kişiye büyük bir acı ve ızdırap verir. Her an, hayata otomatik olarak nasıl anlam yükleyip ardından bunun ne kadar anlamsız olduğunu fark etmek ilginçtir. Bir ömür boyu bu şekilde kendimizi aldatmak ve kandırmak ve hayatımıza hep yeni hedefler koyarak kör-topal varlığımızı sürdürmek zorundayız. Bu süreç ölene kadar da devam edecektir.
2- Geleceği Belirlemek Mümkün müdür?
Çevremizdeki herhangi bir insana: 'Gelecekte ne yapacaksın, neler planlıyorsun?' dediğimizde çoğundan çok açık ve net cevaplar alırız: "Bir saat sonra şunu yapacağım", "Bir gün sonra şurada olacağım", "Bir ay sonra şu hedefe ulaşacağım", "Bir yıl sonra şunları halletmiş olacağım." İnsanlar o kadar emin konuşurlar ki bir ömür boyu neler yapacaklarının plan ve programları zihinlerinde bellidir. Beş yıl sonra okul bitecek, on yıl sonra fabrika kurulacak, filan yaşa gelinince evlenilecek, filan senelerde çocuk sahibi olunacak, kışlık ve yazlık ev alınacak, yaşlılıkta şunlar şunlar yapılacak... Her şey güzel görünmektedir. Herkes mutludur ve herkesin geleceği garantidir.
Madalyonun bir yüzüne baktığımızda her şeyi planlı programlı yapmak, geleceği belirlemek, adım adım bu geleceğe yürümek ve hedefleri tek tek gerçekleştirmek insanı rahatlatmaktadır. Belirsizliğe ve bilinmeyene karşı savaş açılmıştır. İnsanoğlu ilk günden beri belirsizlik ve bilinmezlik karşısında ürkmüş, korkmuş ve çaresizlik hissetmiştir. Bu belirsizlik karşısında hissedilen duygu, bilimi doğurmuştur. Bilim, belirsizliği ortadan kaldırmaya çalışmış ve geleceği tasarımlamaya gayret etmiştir. Geçmiş çağlarda belirsizlik karşısında hissedilen korku ve panik insanları bir takım inançlara sürüklemiş, felaketlerin önüne geçebilmek ve gelecekle ilgi tasarımların bloke edilmesini önlemek için bir takım kutsal güçlere karşı ibadet edilmiştir. Belirsizliği oluşturan bir nehirse nehre tapınılmış, bir dağ ise dağa tapınılmış; bu belirsizlik kaynağı bir orman ise bu kez de ormana tapınılmıştır. Medeniyet geliştikçe, sebep-sonuç ilişkileri ortaya kondukça ve insanoğlunun madde üzerindeki hâkimiyeti güçlendikçe, belirsizlik ve bilinmezlik ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır. Bilim ne kadar gelişmişse belirsizlik ve bilinmeyen de o kadar azalmıştır. İnsanoğlu da bu durumda daha da rahata kavuşmuş, geleceğini garanti altına almıştır. Geleceği bilmek ve belirsizliği ortadan kaldırmak insanoğlunun hedeflerinin en büyüklerinden biridir. Falcılık, astroloji veya rüya incelemeleri bunun için getirilen çözüm yollarıdır. Modern çağda bunun yerini bir takım bilimsel yöntemler almıştır. Emeklilik, sigorta, kasko, sağlık taramaları ve güvenlik arayışları hep bu belirsizliği ve bilinmezliği ortadan kaldırmak için medeniyetin getirdiği yeni tedbirlerdir.
Madalyonun bir yüzünde geleceği bilmenin ve belirlemenin rehaveti ve rahatlığı vardır. Her birimiz geleceğimizden emin ve huzurlu bir şekilde işlerimizi yapar, yatağımıza yatar ve uyuruz. Madalyonun öbür yüzüne bakacak olursak burası, bir saniye veya bir dakika sonraki, bir saat, bir gün ya da bir yıl sonraki geleceğimizdir. Her birimiz yatağımıza yatıp seksenli yaşlara kadar yaşayacağımızın garantisi ve duyumu içinde tüm plan ve projelerimizi bu bağlamda hazırlarken mutluyuzdur. Ancak çocuk, genç veya olgunluk dönemlerimizde madalyonun öbür yüzünde bilmediğimiz çok farklı şeyler vardır. O anda vücudumuzda bir kanser hücresi aktif hale geçmiş, bir yıl sonra ölümümüzü gerçekleştirmek için faaliyete başlamış olabilir. O anda vücudumuzun herhangi bir bölgesinde oluşmuş olan bir pıhtı, kalp damarlarımızı tıkayarak bizi ölüme götürebilir. Veya beyin damarlarından birini tıkayarak bizi kör, sağır veya felçli bırakabilir. O an, gündüz iş yoğunluğu nedeniyle bulaştırdığımız bir mikro-organizma tehlikeli bir şekilde vücudumuzda çoğalıyor olabilir. O an, yanı başımızda yatan eşimizin haince planlarının uykumuzun ortasında faaliyete geçtiği andır. O an, bir başka şehirde bulunan çocuğumuzun bir trafik kazası geçirdiği andır. O an, bir başka mekânda çok sevdiğimiz aile fertlerinden birinin ölüm anıdır. O an, prizlerdeki bir kontak sonucu başlayacak ve tüm binayı ateş yumağına dönüştürecek yangının başlangıç anıdır. O an, karşı binada silahını temizlemekte olan bir subayın yanlışlıkla ateşlediği silahından çıkan kurşunun bizim odamıza girip beynimizi parçaladığı andır. O an, yer kabuğu altında hareketlenmenin başlayıp sekiz şiddetindeki depremin binayı yerle bir edeceği andır. O an, tepemizden geçen uçağın motorlarının patlayıp binamızın üstüne düşeceği andır. O an, ülkemizin düşman ülkeyle savaş kararı alıp işgale uğradığı andır. Velhasıl bunlar bilinmezlikle dolu, bir saniye sonra olacak olanlardır. Hiç birimiz bunları bilmiyoruz. Bunları bilmek de mümkün değildir.
Teknolojinin getirmiş olduğu bilinmezi bilinir kılma, geleceği kontrol altına alma, aynı oranda tehlikeyi, bilinmezliği ve belirsizliği artırmaktadır. Yukarıda bahsetmiş olduğumuz örnekler ve bunun milyonlarcası her an başımıza gelebilir. Dahası bunların hepsi şu an milyonlarca insanın başına gelmektedir. Gerçek hangisidir; madalyonun birinci yüzü mü ikinci yüzü mü? Gerçek, madalyonun ikinci yüzündeki yazgımızdır. Geleceği bilmemiz ve belirlememiz bu manada mümkün değildir. Gelecekle ilgili bu bilinmezlik ve belirsizlik insanın ruh dünyasında müthiş bir belirsizliğe ve bunaltıya neden olmaktadır. Bir dakika sonra kalp krizi geçireceğini, çocuğunu kaybedeceğini veya varlığını yitirebileceğini bilen hangi insan basit hesapların ve planların peşine düşer! İşte bu belirsizlik ve bilinmezlik karşısında ürken insan, bu belirsizlikle savaşır ve bilinmezliği bilinir hale getirmeye ve de geleceğini kontrol altına almaya çalışır. Hayatını belirleyen girdilerin ne kadarını kontrol altına alabilirse o kadar rahatlamaktadır. Bu durumda bilinmezliğin ve belirsizliğin alanı daralmış, bilinmezlik ve belirsizlik bilinen ve belirli bir hale dönüştürülmüştür. İnsanoğlu geleceğin belirsizliğini kabullenmektense bir takım zihinsel tasarımlarla ve maddeyi kontrol ederek, geleceği hep belirli hale dönüştürmeye çalışmaktadır. Başka türlü de yapması mümkün değildir.
İnsan ne zaman geleceği bilinir hale getirip belirlediğine inansa, karşısına yaşadığı bir travma geldiğinde şaşkına düşecek ve korunma kalkanının o kadar da güçlü olmadığını ve tamamen sanal bir programdan ibaret olduğunu fark edecektir. Böyle bir duyguya kapılmasına ölümcül bir hastalığa yakalanma haberi, feci bir trafik kazası, bir deprem veya sel felaketi neden olabilir. Bu durumda birey gerçekle yüz yüze kalmıştır. Yani hayatın belirsizliğini ve bilinmezliğini yakından idrak etmiştir. Bu, kişide çaresizlik hissi doğurur. Bu his de bunaltı yaratır. Birey tekrardan, belirsizliği ortadan kaldıracak yeni çalışmalar üretirse bu sıkıntılı dönemini atlatabilir. Belirsizlik duygusu bir kez yaşandığında geleceğe olan kuşku derinleşebilir. Bu durumu klinik tablolarda çok net görebilmekteyiz. Kanser hastalığına yakalanan bir hastanın, oto parkta arabası çalınan birinin, evine hırsız giren bir kişinin veya cinsel arzu ve istekle partnerine yaklaştığında ereksiyon problemi yaşayan bir kimsenin hissettiği şey, güven bunalımı ve geleceğe olan kuşkudur. Yani gelecek belirsizliğe ve bilinmezliğe gebedir. Bu şekilde düşünmek de yaşamak da mümkün değildir. Kişi kendini korumak için abartılı bir şekilde korunma tedbirlerine başvurabilir, korunma kalkanını sağlamlaştırabilir.
3- Ölümden Başka Bir Hakikat Var mı?
Kendimize veya yanı başımızdakine gelecekle ilgili sorular sorduğumuzda birçok cevap alırız; gelecekle ilgili beklentilerimiz, yapacaklarımız, garantide olanlar vb. düşüncelerimizi mutlak olarak gerçekleştirmiş gibi hisseder ve algılarız: Önümüzde duran yemeği biraz sonra yiyeceğizdir. Biraz sonra kalkıp uyumak için yatağa gideceğiz, sabah kalkıp işimize, hafta sonu yazlığımıza gideceğiz. Bu yıl tatilimizi deniz sahilinde geçireceğiz. Çocuklarımızı önümüzdeki yıl yeni bir koleje vereceğiz vs. Bunlar o kadar gerçek ki olmaması mümkün değildir. Bunların hepsi, gerçekleşecek olan mutlak gerçeklerdir. Aklımıza her şey, ama her şey gelir, tek bir şey gelmez: Öleceğimiz. Gelecekle ilgili tek bir gerçek vardır: Gelecekte mutlaka öleceğiz. Gelecekle ilgili her şeyden bahsederiz, her şeyi netleştirmeye çalışırız. Ama öleceğimizden hiç bahsetmeyiz. Bu, paradoksal bir durumdur ve 'bilinen tek gerçeği inkâr edip belirsiz olan bir takım varsayımları gerçekmiş gibi kabul etmek'tir.
Ölüm, doğan bir insanın yaşayacağı kesin olan tek gerçektir. Bilinen tek gerçektir. 'Şu anda gelecekle ilgili emin olduğunuz hangi gerçek var?' diye sorulursa bunun cevabı çok basittir. Emin olduğumuz tek gerçek ölüm gerçeğidir. Ölmek, yani yok olmak, yani ortadan kalkmak. Yani toprağın içine gömülmek veya yakılmak; insanoğlunun canlı iken tasavvur edemeyeceği bir hakikattir. Ölümün gerçekliğini gerçekten hisseden bir insanın yaşamını sağlıklı bir şekilde devam ettirmesi hemen hemen imkânsızdır. Çünkü bu büyük bir bunaltı ve sıkıntı kaynağıdır. Hayatın anlamsızlığı ve belirsizliği karşısında zaten savaş vermekte olan bir bireyin, bunun üzerine ölüm gerçeğiyle de yüzleşmesi mümkün gözükmemektedir. Ölüm, anlam yüklediğimiz anlamların bittiği bir duraktır. Ölüm, belirsizliğin karşısında hissettiğimiz çaresizliği ortadan kaldırmak için aldığımız tedbirlerin tükendiği noktadır. Ölüm gerçektir ve hakikattir.
Ancak insanlık tarihine ve kültürlere baktığımızda insanoğlunu yaptığı tek şey bir ömür boyu ölümü inkâr etmektir. Her an ölümle iç içe olmamıza rağmen ölüm hep yok sayılır, yadsınır, inkâr edilir ya da kabul edilmez. Ölüm hep bizim dışımızdaki bir yerlerdedir. Ölüm bize asla gelmez. Ölümün bizle işi yoktur. Bu duyguları derinden hissederiz. İnsanlar yaşadıkları süreçlerde zaman zaman ölüm hakikatiyle karşılaşırlar. Bu durumdaki insanlar mekanik davranış sergilerler.
Medeniyetin kendilerine öğretmiş olduğu ölümü yadsıma düzeneklerini toplumsal olarak yaşarlar ve uygularlar. Ölümle ilgili tüm ritüeller ve toplumsal kurallar ölümü yadsıma üzerine oturtulmuştur. Hergün yanı başımızda ölüm veya ölümler akıp gider. Hiç birimiz bu ölüm hakikatini görmek ve kabullenmek istemeyiz.
Günün birinde ölüm tüm çıplaklığı ve gerçekliği ile karşımıza çıkabilir. Bu bir hastalık, bu bir kaza veya çok yakınımızın ölümü şeklinde olabilir. Bu durumda ölüm hakikatinin yanına yaklaşmışızdır. Hayatın anlamsızlığı ve belirsizliği, derinden idrak edilmiş ve insanoğlunun acziyeti doruk noktasına ulaşmıştır. Ölüm hakikatiyle bu manada burun buruna gelen ve bu noktada yadsıma reaksiyonlarının işe yaramadığını fark eden birey hakikatle yüzleşmek zorundadır. Ölüm onun tek gerçeğidir. Ölüm her an kapının eşiğindedir. O halde yaşamın anlamı nedir? Bu kadar hırsın, öfkenin, kızgınlığın, dürtünün anlamı nedir? Bu sorgulamalar insanı tekrardan bir açmaza düşürür. Açmaz içinde açmazlar oluşturur. Bunaltı şiddetlenir, huzursuzluk artar. Kişi burada kısır bir döngüyü tekrar oluşturabilir. Ölüme karşı hissettiği çaresizlik karşısında bunaltı ve anksiyeteyi kalkan olarak ortaya koyabilir. Eğer bunaltı hissediyorsa ölüm hala ortalıkta yok demektir. O halde bunaltı hissedilmeye devam edilmelidir. Bunaltı ölümü öldüren şeydir, bunaltı varlığın ve canlılığın alametidir. İnsanın en büyük cehennemi hiçlik ve yokluktur; yani olmamaktır, var olmanın tersidir, var olamamaktır. Varlığı hissetmenin bedeli bunaltı ise bu kabul edilir. Birey ya sanal bir dünya da yaşayacak, ölümü son ana kadar yadsıyacak, kurgusal bir zeminde varlığını devam ettirecektir. Ya da ölümle yüzleşecek ve varoluşunu bir başka bağlamda değerlendirecektir.
4- Hayatın Sorumluluğu Kime Aittir?
Kendimize veya civarımızdakilere, 'şu anda bulunduğun konumdan memnun musun veya daha iyi şartlara sahip olmayı arzu eder miydin?' diye soralım. Bu durumda çoğu insan mevcut durumundan şikâyet etmekte; mevcut durumundan memnun olanlar da daha iyi ve kaliteli bir yaşam umut etmektedir. 'Peki, niçin bu yaşama ulaşamadınız?' dediğimizde cevaplar çok ilginçtir. Arzuladığı noktada olmayan veya daha iyi bir noktaya ulaşamayan bireylerin çoğunluğu bu durumda bulunmalarının nedenlerini bir takım faktörlere bağlamaktadırlar. Bu faktörler kendilerinin dışındaki, dış dünyaya ait nedenlerdir. Kimilerine göre bu kötü durumdan anne-babaları sorumludur. Kimilerine göre toplum, kimilerine göre devlet, kimilerine göre ülke, kimilerine göre de coğrafi bölge sorumludur. Kimileri ise yanlış zaman diliminde, yanlış yerde doğmuşlardır. Yani bulundukları konumda olmalarının nedeni, gerekçesi ya da sorumluluğu kendilerine ait değilmiş gibi algılanmaktadır. Sorumluluk dış dünyaya aittir. Dış dünya onlara engel olmuştur. İsteklerine ulaşamamalarının nedeni dış dünyadır, kendilerini anlamayan da dış dünyadır.
İnsan, bulunduğu mevcut konumundaki zayıflıklarından kendini sorumlu tutmaz; suçlu kendisi değildir. Suçlu dış dünyadaki bir takım faktörlerdir. Bunun adı farklı olabilir ama kesinlikle kendisi suçlu ve sorumlu değildir. Bu sorumluluk duygusu anne-babadan başlayan bir yapıyla Tanrının çizdiği kadere kadar geniş bir yelpazede ifade edilebilmektedir. Bu şekilde kişi rahatlamakta, vicdanen arınmakta ve sorumluluğu başka tarafa atmaktadır. Yine bu madalyonun bir yüzüdür. Bu şahsı dinleyip gerekçelerini algıladığınızda mantıksal bir kurgunun çok güzel işletildiğini görürüz; kişi gerçekten haklıdır, suçlu ve sorumlu o değildir.
Madalyonun diğer yüzüne baktığımızda tablo çok farklı gözükmektedir. Kimliğin ve kişiliğin oluşum evrelerinde de üzerinde durduğumuz gibi insanoğlunun insan olma vasfı, onun irade kavramını oluşturmasıyla ortaya çıkmaktadır. İrade, insanı insan yapan temel zihinsel faaliyetimizdir. İrade, alternatifler arasında tercih yapma güç ve iktidarıdır. Bu seçmeyi beceren canlı, insan olmuştur. Bir yaşından sonra başlayan bu süreç, iradenin kullanılmasını bize gösterir. İrade elimizde bir alet gibidir. İrademiz sayesinde zihinsel yapımızla dünyayı anlamlandırmaya ve tercihlerin nasıl kullanılabileceğini öğrenmeye çalışmaktayız. Almak-almamak, yapmak-yapmamak, gitmek-gitmemek bunların hepsi irademizin kararları doğrultusunda ortaya çıkan yaratıcı eylemlerimizdir. Bu durumda bir yaşından itibaren eylemlerimizin yaratıcı tek bir gücü vardır: İnsanoğlunun kendi iradesi. Fiziksel kapasitemiz, fiziksel sınırlarımız ve realitenin ölçüleri içinde tercih yapabilme güç ve iktidarı, ölene kadar bizimle beraber sürecektir. Ergenlik dönemine kadar iradenin nasıl kullanılacağını öğrenen bir birey, ergenlikle beraber hayatına gerçek manada yön verebilecek bir kapasiteye ulaşmıştır. Yani eyleminin ne anlama geldiğini bilebilecek sorumluluk gücündedir. Yani 'fârik' ve 'mümeyyiz' olmuştur. Sanki bu, bir otomobilin nasıl kullanılacağını öğrenmek gibidir. Bir yaşından ergenliğe kadar bir otomobilin nasıl kullanılacağını, trafiğe kapalı bir alanda öğrenen birey, ergenlikle birlikte bu araçla yola koyulmaktadır. Bu andan itibaren nereye gideceğini, nasıl gideceğini, hangi süratle gideceğini ve hangi yolları tercih edeceğini kendi belirlemektedir. Aracının sürücüsü kendisidir.
Her insan kendi bedenini kullanan bir sürücü gibidir. Bu sürücü bu bedeni istediği gibi kullanabilir. Üzerinde mutlak bir tasarruf gücü vardır. O bedeni canlı da tutabilir, öldürebilir de. Bedenini istediği yöne kanalize edebilir. İstediği hedeflere yöneltebilir. Bu duygu, aslında küçük bir Tanrılık duygusudur: Her şeyi siz belirliyorsunuz, her şeyi siz şekillendiriyorsunuz. İnsan her an milyonlarca alternatif yolun kavşağındadır. Her an bu yollardan birisini tercih edebilme kudretine sahiptir. Böyle bir kudreti kullanabilmek güçlü bir benliğe ve güçlü bir iradeye sahip olmayı gerektirir. Aksi durumda kişi kaosa, bilinmezliğe ve korkuya kapılacaktır. Nereye gideceğini, nasıl gideceğini bilmeyen bir sürücü gibidir. Hele hele kendi iradesiyle yöneldiği bir takım tercihlerinden sonra yaşadığı başarısızlıklar olumsuzluklar veya felaketler kişiyi korkutmuştur. Böyle bir yetisinin rastgele kullanımı çok ciddi sonuçlar doğurmaktadır. Bunun acısını hem kendi yaşamakta hem de bu acının olumsuz sonuçları nedeniyle çevresi tarafından yargılanmaktadır. Kişi böyle bir tercihi karşısında gerçeği kabul etmek yerine iki tür yönelim sergilemektedir. Bunlardan birincisi iradî kararının veya tercihinin kendine ait olmadığı iddiasıdır. Onu zorlamışlar, onu buna mecbur bırakmışlardır. O istemeyerek veya bilmeyerek bu yöne yönelmiştir. Sonuçta ortaya çıkan olumsuzluklardan o sorumlu değildir. Böyle bir birey, sürekli etrafı suçlayan, kendi yaptığı eylemlerden ve kendi bulunduğu konumdan hep başkalarını sorumlu tutan ve iç görüsü olmayan bir birey olacaktır.
İkinci davranış şekli ise daha tehlikesizdir. Burada birey şoför rolünden vazgeçmektedir. İradesini başka iradelere emanet vermekte veya ipotek ettirmektedir. Hayatın her anında binlerce alternatif yolu olan kavşaklarda karar vermek çok zordur. Karar ve yönelimlerin sonucunda çok ciddi badireler karşısına çıkabilmekte ve felaketler yaşanabilmektedir. Bu durumda böyle bir tercih yaptığı için kendi benlik parçası kendisini yargılamakta ve dış dünya tarafından da yargılanmaktadır. Bu durumdan kurtulmanın toptan yolu kendi iradesini bir başka iradeye teslim etmektir. Yani kendi adına karar verebilecek yetkin mercilerden kendi adına karar vermesini istemektir. Bu, çoğu zaman bireyin ebeveyni olduğu gibi ebeveyni olmadığı veya yok olduğu dönemlerde çok çeşitli mecralara yönelebilmektedir.
Birey, özerkliğini ve bağımsızlığını kullanmaktansa kendi irade gücünü bir başka güç ve otoriteye teslim etmeyi yeğlemektedir. Bu, yaşadığı mekândaki ebeveyni olabileceği gibi bir ağabey, abla, öğretmen, imam, doktor, yaşlı bir insan olabilir. Daha da ötesi somut irade tesliminden soyut irade teslimine gidebilir. Hayatı kendisine rahatlatacak olan ve sorumluluğu üzerinden alacak olan bir takım ideolojik yapılanmaların içine girebilir. Toptan bir ideolojiyi sahiplenerek, özerk düşünen iradesini ortadan kaldırıp o ideolojinin körü körüne peşine düşebilir. Artık kendi adına kendi karar vermemekte, hayatının akışını örgüt lideri, parti lideri veya siyasi organizasyon lideri belirlemektedir. İşin içine kutsallık girdiğinde bu iradeye ipotek koyma ve iradeyi teslim etme arzusu inançlarla birleşerek bir cemaate mensup olma veya bir tarikat şeyhine bağlanma şeklinde tezahür edebilmektedir. Artık sorumluluk kendisine ait değildir. Hayatında vereceği her türlü kararı örgüt liderine, parti başkanına, kulüp yöneticisine, tarikat şeyhine veya cemaat liderine sorarak belirleyecektir. Sonuçlardan artık o sorumlu değildir. Vicdanen rahattır. Olumsuz sonuçlarla karşılaşması durumunda da bir hikmet arayışına gidilecektir.
Gerçek ise tamamen farklıdır, gerçekte sorumluluk bireye aittir. Bulunduğu konumundan, sadece bireyin kendisi sorumludur. Herkes kaderini kendisi yazmaktadır. Herkes geldiği noktaya bireysel tercihleriyle gelmiştir. Bazı bireyler iradelerini başkalarına emanet ederek var olurlar. Emanet ettikleri insanlar onları olumsuz noktalara götürmüşlerse bunun suçlusu onları o noktaya götürenler değildir. Suç veya sorumluluk, iradesini onlara teslim eden bireydedir. Bu gerçeği gören ve irade gücünü fark eden birey, 'yaptıklarımla ve yapmadıklarımla tüm sorumluluk bana aittir' diyebilen bir bireydir. Böyle bir duruş ve hissediş ancak güçlü bir benlikle mümkündür. Kişi, özerk bir birey haline gelmediği, iradesini serbestçe kullanabilir hale gelmediği müddetçe onu başkalarına emanet edecektir. Bu da kişiyi kaygıdan ve bunaltıdan geçici olarak koruyacaktır. Çünkü sorumluluk ona ait değildir!
5- Hayatta Yalnız mıyız?
İnsanoğlu doğduğu anda göbek kordonuyla annesine bağlıyken; doğumdan hemen sonra göbek kordonu kesilerek annesinden ayrılır. İşte yalnızlığın hikâyesinin başladığı an! Kişi bir ömür boyu yalnız başına bir yolcuğa çıkmıştır. Bilmediği bir zamanda, bilmediği bir mekânda ölümle kucaklaşana kadar yalnız seyahat edecektir. Zihni kendine özgü yapılanmış olan birey, zihinsel yaşantılarını kendi yaşayacaktır. Kendi dünyasında sübjektif algılarıyla kendi duygulanımını gerçekleştirecektir. Her birey iç dünyasında nesne tasarımlarını kendine göre şekillendirecektir. Dünyayı algılamak istediği gibi algılayacaktır. Her algımızın yanı başında bize bir duygu eşlik edecektir. Bu duygu hüzünle mutluluk arasındaki bir sarkaçta gidip gelecektir. Dış dünyada yaşadığımız olaylar ve etkiler ruhumuzda duygusal bir yansıma bulacaktır. Muhtemelen insanoğlunun yaratılışındaki yalnız olamama duygusu veya genetik açılımı, insanı hep birileriyle birlikte yaşamaya sürüklemiştir. 'Yalnızlık Allah mahsustur' özdeyişindeki gerçek de herhalde buraya gönderme yapmaktadır. Yalnızlık ürkütücü bir şeydir. Yalnızlık çaresizliktir. Yalnızlık belirsizliktir, yalnızlık kaostur.
Çocuğun gelişim evrelerine baktığımızda, ilk bir yaşında nesnelerin dans ettiği kaotik ortamda bunları düzenli hale getiren, korkulur olmaktan çıkaran, onları bir anlam sırasına sokan bir bakıcı mevcuttu. Genellikle anne olan bu bakıcı bizi cehennemden çıkarmış, anne kucağıyla bütünleştirerek ve kaynaştırarak bir cennete ulaştırmıştı. Bu birleşme arzusu, birileriyle bir olma isteği içimizde ömür boyu hep süregelecektir. Gerçeklik ise ayrı olmak, birey olmak ve özerk olmak zorunluluğudur. Annenin göğsünden inmek ve hayatın içine yürümek gerekmektedir. Birileriyle beraber olurken hayatın zenginliğini ve birey olmanın mutluluğunu kaçırıyor, anneden uzak olduğumuzda ise annenin cennetini terk ediyoruz. Bu zıt duygular, bu ambivalans bir ömür boyu ruhumuzda çeşitli nesnelerle olan ilişkilerde izdüşümlerini hep var ederek devam edecektir. Yalnızlıktan kaçıp anne kucağını arayacak, zaman zaman da özgür olmaya kanat açacağız. Üç yaşında kalabalık bir markette annesini kaybeden bir çocuğun o kalabalıklar içerisindeki yalnızlığı ve çaresizliği nasıl yüzünden okunuyor ve kalabalıklar derdine derman olamıyorsa, hepimiz de bunun izdüşümlerini bir ömür boyu yaşayacağız.
Yalnızlığı bir bağlamıyla bu şekilde ele alıp dinamik sürece gönderme yaparken diğer bağlamıyla duygusal yaşantımızın tekliğini ve biricikliğini ifade etmeye çalışacağım. Herkesin hayatı kendine hastır. Herkesin yaşantısı kendi içindedir. Herkesin hissettiği kendi malıdır. Kendi iç dünyamızdaki yaşantıları, hissedişleri bir başkasına tam manasıyla aktarmamız, anlatmamız mümkün değildir. Duygu imgeye dönüşürken ve imge de söze bürünürken orijinalinden çok şey kaybeder. Dahası sözü kavrayan karşı birey, kendi söz dağarcığıyla bilgiyi çaprazlar, sözleri kendi imgelerine çevirir. Kendi imgelerini kendi duyguları olarak anlamaya çalışır. Orijinal bir duygunun diğer bir kişi tarafından mutlak olarak anlaşılması mümkün değildir. Anlaşılamamasının yanında veya ötesinde bir başkasının duygusunu ondan almak, ona iştirak etmek ve onu değiştirmek, azaltmak veya artırmak mümkün değildir. Bütün bunlara ancak bireyin kendisi karar verip bunları yaşama geçirebilir. Dolayısıyla insanlar yalnız başına duygulanan ve yalnız başına yaşayan zavallı yaratıklardır. Bu yalnızlık duygusu, içimizdeki yaşadıklarımızı başka tarafa aktaramama, anlatamama, içimizdekileri başkalarıyla paylaşamama çaresizliği insanda müthiş bir bunaltı ve kaygı yaratır. İnsan bir ömür boyu bu yalnızlığını yaşayacaktır. Acılarını, çaresizliğini, bunaltısını, öfkesini, kızgınlığını, umutsuzluğunu mutlak manada sadece kendisi hissedecek ve yaşayacaktır. Karşı tarafın aynı şekilde bunları hissetmesi mümkün değildir. Hissettiği şeyleri karşı tarafın azaltması veya artırması mümkün değildir.
Yalnızlığını derinden idrak eden birey bu kaygıdan, bu bunaltıdan kurtulmak için, yukarıdaki örneklerde olduğu gibi kendisini yalan bir dünyanın kollarına atacaktır. Hayatta yalnız olduğunu yadsıyacak, hep çevresinde eş-dost, arkadaş ve sevgililer oluşturacaktır. Tüm bu faaliyetler ve çalışmalar derindeki yalnızlığı kapatmaya yönelik alınan tedbirlerdir. Günün birinde yaşadığı bir travma karşısında, çok iyi tanıdığı çevresindeki insanların duygusal olarak kendinden ne kadar uzakta olduğunu gördüğünde gerçeği biraz daha yakından idrak edecektir. Acıyı gerçek manada o yaşamakta ve çaresizliği gerçek manada o hissetmektedir. Ve ölüm kapıya gelmiş, dayanmış, sadece onu beklemektedir. En yakın bildikleri dahi, onu ölüme uğurlamak için gelmişlerdir. Kimse onun yerine ölememektedir. Hayat boyu sınavlara kendi girmiştir. Kaygıyı kendi yaşamıştır. Başarısızlıkları kendi hissetmiştir. Hüsranları, hayal kırıklıkları ve acziyeti sadece kendisine aittir. Öyle duyguları vardır ki kendisine dahi itiraf edememektedir. Bu kadar yalnız ve çaresizdir. Gerçeğin bu tarafını görmektense düşünmeden, idrak etmeden, farkında olmadan birçok insanla iletişim içine girip zamanı alelacele doldurmuş, telaşı ön plana çıkarmıştır. İnsanoğlu kendi kendini böyle kandırmakta ve çılgınca dostluklar ve arkadaşlıklar kurmaya gayret etmektedir. Ancak hayatta yalnız olduğuna dair yalın gerçek çoğu yerde yüzüne tokat gibi vurmaktadır.
6- Sonuç
Yukarda bahsetmiş olduğumuz temel sualler insanoğlunun açmazlarıdır. Varoluşçu psikoterapi anlayışına göre bu ve benzeri suallere insanoğlunun cevap verememesi ve bu gerçeklerle karşı karşıya kalması onu bunaltmaktadır. Bu bunaltı ve kaygı çok değişik klinik tablolar altında karşımıza gelmektedir. Ölüm korkularının arkasında ölüm kaygılarını bulmak, duygu durum bozukluklarında varoluşsal bunaltıyı hissetmek mümkündür. Klinik tablolara baktığımızda, anksiyete bozukluklarında, somataform bozukluklarda, cinsel işlev bozukluklarında, yeme bozukluklarında ve diğer birçok klinik tabloda varoluşçu krizlerin izlerini görmek mümkündür. Çözüm nedir? Varoluşçu terapistlere göre kişi bu temel gerçeklerden kaçamaz. Yalancı ve kurgulanmış bir dünya yerine gerçeği kabul eden ve ruhuna sindiren bir oluşumu yaşamak zorundadır.
Elinde olmayan nedenlerle, kendine sorulmadan bu dünyada her birey var olmuş, varlığa fırlatılıp atılmıştır. Bu, varoluşun başlangıç hikâyesidir. Bilmediğimiz bir süreçte, belirsizlik içinde, anlamsız olan bir hayatta, yalnız başına, sorumluluğun bize ait olduğu ve ölüm gerçeğinin her an kapımızın önünde olduğu bir gerçeği yaşamak zorundayız. Bütün bu gerçekleri yürekten kabul eden, bunu ruhuna sindiren güçlü bir benlik yapısıyla bu dünyadaki bilemediğimiz yolculuğumuzu var olmak için geçirebiliriz. Hedeflerden değil süreçlerden oluşan bir anlayışı ruhumuza egemen kılabiliriz. Bu kubbede, yaşamımızı hiç ertelemeden bir hoş seda bırakmak zorundayız.
Vücudumuz ve ruhumuz bir enstrüman gibidir. Elimizde olmadan bu enstrüman ile beraber var olmuşuz. Yapmamız gereken şey kendimizi kandırmak değil bu enstrümanla en güzel besteyi çıkarmaya çalışmak, kendimiz için kendi bestemizi oluşturmaktır. Bu, yaşamı ertelemeden her an keyif veren bir varoluşun hikâyesidir. Bu enstrümanımızı en maksimal düzeyde, en güzel dizaynda, en güzel besteyi yorumlayacak şekilde kullanmalıyız. Süreci olabildiğince içten, kaliteli ve özellikle yaşamı ertelemeden yapmalıyız. Bu, varoluşsal psikoterapinin temel dinamiğidir. Gerçeklerden kaçarak hiçbir yere varamayız. Gerçekten var olmak istiyorsak gerçeklerle yüzleşmeli ve onlarla hesaplaşmalıyız. Bu güce erişmiş olan bireyler hayatta var olmayı anlamlandırmış, sorumluğunu üzerine almış, belirsizlik karşısında o anı ve süreci yaşamış, ölümü kabullenmiş, kendi bestesini kendisi için terennüm eden bir oluş içindedir. Bu da bireye mutlak hazzı, mutlak keyfi yaşatmaktadır. Var olmaktan daha güzel ne vardır!
Kaynaklar:
-Uz.Dr.Tahir ÖZAKKAŞ - Bütüncül Psikoterapi