LOGOTERAPİ
Viktor Emil Frankl (1905-1977)
Logoterapi'nin kurucusu olan Viktor Emil Frankl yahudi bir ailenin çocuğuydu. Almanya'da Hitler'in iktidarı ele geçirmesi ile birlikte yayılan faşizm ve yahudi düşmanlığı sonucu, Frankl’ın eşi, annesi, babası, kız ve erkek kardeşi ve kendisi Naziler tarafından tutuklanarak, Auschwitz ve Dachau ölüm kamplarına gönderildiler. Nazi toplama kamplarında kız kardeşi ve kendi dışındaki diğer yakınları gaz odalarında öldürüldü.
Auschwitz Toplama Kampı'nda tutuklu olarak kaldığı süre içinde onbinlerce Yahudinin gaz odalarında, işkencede ve ağır çalışma şartları altında öldürüldüğünü gördü. İnsanın ölüm ve acı karşısında aldığı tavır, Logoterapi ekolünü geliştirmesinde etkili oldu.
Temel Kavramlar ve
İnsan Görüşü
Logoterapi Yunanca "ANLAM" demek olan "LOGOS" ve TERAPİ sözcüklerinin bileşiminden oluşmaktadır.
İnsan davranışlarını yönlendiren temel güdü, yaşamda anlam arayışıdır.
Bu anlam ise, bireyin kendisi tarafından bulunabilir.
Ayrıca insan kendi idealleri ve değerleri için yaşar. Gerekirse de kendi idealleri ve değerleri için ölür.
Logoterapi, bireyin yaşamının anlam bulmasına odaklanır. Özgürlük, sorumluluk ve sevgi logoterapinin üzerinde durduğu ve bireye yüklediği değerler arasında yer almaktadır.
İnsanı kurtaran ve yaralarını saran tek şey sevgidir.
İnsan özgürdür.
Bir şeyi kabul ya da red etme seçimine sahiptir.
Logoterapi'de insan olmak sorumlu olmak demektir.
Frankl'a göre insan varoluşunun anlamı kadar, insanın yaşamında anlam bulmaya yönelik arayışı da insan davranışının temel itici gücüdür.
İnsanlar uğruna yaşamaya değecek bir amaç ve anlam ararlar.
İnsanın anlam arayışı engellendiğinde "varoluşsal engelleme" ortaya çıkmaktadır.
Varoluşun engellenmesi ise nevroza neden olur.
Bu tip nevrozlara noöjenik nevroz denmektedir.
Noöjenik nevrozlar, varoluşsal sorunlardan kaynaklanır.
Altında anlam arayışının engellenmesi yatmaktadır.
Anlam arayışının engellenmesi bir çatışma yaratır.
Frankl'a göre her çatışma nevrotik değildir.
Aslında çatışma her zaman için olumsuz değerlendirilmemelidir. Normal ve sağlıklı bir süreçtir.
Acı çekmek her zaman için patolojik bir olgu değildir.
Acı nevrotik bir semptom olmaktan çok, varoluşsal engellenmeden kaynaklanıyorsa, insanca bir başarı da olabilir. Varoluşsal engellenme kendi içinde patolojik olmadığı gibi, patojenik de değildir.
Bir insanın yaşamın yaşamaya değip değmediğine ilişkin kaygısı, hatta umutsuzluğu, varoluşsal bir bunaltıya yol açar.
Ama kesinlikle bir ruh hastalığı değildir.
Terapistin görevi, varoluşsal gelişim ve gelişme krizi boyunca danışana yol göstermektir.
Frankl, insanın yaşamda anlam arayışının içsel bir gerilim yarattığını ve bu içsel gerilimin psikolojik sağlığın ön koşulu olduğunu ileri sürmektedir.
İnsanın, en ağır şartlarda bile yaşamını sürdürebilmesinin yolu, yaşamına bir anlam katabilmesine bağlıdır.
Frankl, Auschwitz Toplama Kampı'na tutuklu olarak götürüldüğünde daha önce yayına hazırladığı bir kitabına el konulmuştu.
Bu kitabı tekrar yazma konusunda duyduğu derin istek, yaşadığı ağır kamp şartlarında direnmesine ve hayatta kalmasına yardım etmiştir.
Frankl, bunu diğer tutuklular da da gözlemlemişti.
Geleceğe yönelik hedefleri ve yerine getirilmesi gereken görevleri olduğunu düşünen tutukluların, yaşlı ve güçsüz olmalarına rağmen hayatta kalmayı başarabildiklerini görmüştü.
Yaşlı ve güçsüz tutuklular açlık, aşırı soğuk, işkence ve ağır çalışma şartlarına mucizevi bir şekilde direnirken,
Genç ve atletik görünümlü ancak yaşama dair hedefleri olmayan tutukluların kamptaki şartlara dayanamadıklarını intihar ettiklerini veya öldüklerini gözlemlemiştir.
Frankl'a göre acı da yaşama anlam katan bir durumdur ve eğer acıdan kaçınmak mümkün değil ise acıyı yaşamın bir parçası olarak görmek, insanları intihardan kurtarıyordu ve direnç kazandırıyordu.
Psikolojik sağlık, bireyin ulaştığı ile ulaşması gereken arasındaki gerilime dayalıdır.
Bu gerilim insanın yapısında bulunmaktadır.
Aslında, insanın ihtiyaç duyduğu şey, gerilimsiz bir durum değil, daha çok uğruna çaba göstermeye değen bir hedef ve özgürce seçilen bir amaç için mücadele etmektir.
Frankl bu durumu "noö-dinamikler" olarak tanımlamaktadır.
Bir tarafta yüklenecek anlam,
diğer tarafta anlamı verecek olan iki kutuplu bir gerilimdir
Bu nedenle problemli bireyin psikolojik sağlığını güçlendirmek için bireyin yaşamında anlam bulmasına yardımcı olacak gerilim yaratılmalıdırlar.
Yaşamlarında anlamsızlık duygusu ağır basan bireyler, uğruna yaşamaya değer bir anlam bulamadıklarından, iç dünyalarında varoluşsal boşluk içindedirler.
Frankl, varoluşsal boşluğu 20. yüzyılın en yaygın sorunu olarak görmektedir.
Varoluşsal boşluk, can sıkıntısı durumunda dışa yansımaktadır.
Gelişen teknolojiyle birlikte insanların boş zamanları artmaktadır.
Varoluşsal boşluğa düşen insanlar, bu boş zamanlarında ne yapacaklarını bilmemektedir.
Frankl, bu konuya "pazar günü nevrozunu" örnek vermektedir.
Hafta içinin yoğun temposundan sıyrılan ve kendi iç dünyalarındaki boşluğu farkeden bireyler, tatil depresyonu yaşamaktadır.
Depresyon, saldırganlık, madde bağımlılığı ve intihar gibi olguların altında varoluşsal boşluk yatmakta olup, emekli bireylerde ve yaşlılık dönemi krizlerinde de bu durum gözlenmektedir.
Logoterapi, yaşamda anlam arayışının insan davranışlarını yönlendiren temel bir güdü olduğu düşüncesine dayanmaktadır.
Frankl'a göre yaşamın anlamı insandan insana, günden güne, saatten saate farklılık göstermektedir.
Önemli olan genelde yaşamın anlamı değil, daha çok belli bir zaman diliminde insan yaşamının özel anlamıdır.
Nasıl ki, santrançta "en iyi hamle" diye bir şey yok ise, aynı şey insan varoluşu içinde geçerlidir.
Bireyin, soyut bir anlam arayışına girmemesi gerekir.
Her bireyin yaşamında özel bir mesleği, özel dostları, özel hobileri ve uğruna mücadele edeceği idealleri bulunmaktadır.
Frankl, yaşamdaki her durumun insana meydan okuduğunu ve çözülecek bir dizi sorun ile insanı karşı karşıya bıraktığını ileri sürmektedir.
Her birey yaşam tarafından sorgulanmakta ve sorumlu olarak yaşama karşılık vermektedir.
Bu nedenle logoterapi insan varoluşunun özünü sorumlulukta görmektedir.
Logoterapi, terapi sürecinde problemli bireyin kendi varoluş sorumluluğunun tam olarak farkına varmasını sağlamaya çalışır.
Birey neye karşı, neden ya da kime karşı sorumlu olduğunu, kendisi farkına vararak görmelidir.
Logoterapistler, kendi değer yargılarını bireye empoze etmeye karşı çıkmakta ve bireyin neye karşı sorumlu olduğuna kendisinin karar vermesi gerektiğini savunmaktadırlar.
Frankl, bireyin bir ideolojiye bir amaca ya da seveceği bir insana kendini adaması durumunun, kendini gerçekleştirme ve insan olma açısından son derece önemli olduğunu böylece bireyin yaşamda anlam bulabileceğini ileri sürmektedir.
Yaşamda anlam her zaman değişebilir, ancak hiçbir zaman yok olmamaktadır. Birey yaşamın anlamını üç farklı yoldan bulabilir.
1. Bir eser yaratarak ya da bir iş yaparak,
2. Bir insanla etkileşime girerek ya da birşey yaşayarak ve
3. Kaçınılmaz olan acı durumuna karşı bir tavır geliştirerek.
Frankl, yaşamda anlam bulmanın temelinde bireyin sorumluluklarını almasını görmekte, anlam bulmanın diğer yolu olarak sevgiyi göstermektedir. İyilik, doğruluk, doğayı sevmek ve insanı sevmek, yaşama anlam katan önemli değişkenlerdir. Frankl, insan kişiliğini kavramanın tek yolu olarak sevgiyi görmekte ve insanın sevmediği sürece, başka insanlarının özünün farkına varamayacağını ifade etmektedir. Sevgi yoluyla birey, sevdiği insanın sahip olduğu potansiyelleri görebilir ve potansiyellerini gerçekleştirmesine yardımcı olabilir.
Yaşamda anlam bulmanın bir başka yolu ise kaçınılmaz olan acıya karşı bir tavır geliştirmektir. Frankl, bireyin umutsuz bir durumla karşılaştığında ya da değiştirilemez bir kaderle yüz yüze geldiğinde bile yaşamda bir anlam bulabileceğini ileri sürmektedir. Birey ancak böyle bir durumda, kişisel bir trajediyi kişisel bir zafere dönüştürebilir, bu sadece insana özgü bir durumdur. Birey bu durumu değiştiremeyecek bir noktaya geldiğinde, kendini değiştirme yoluna gidebilir ve acıyı göğüsleyebilir. Birey değişmeyen kaderi karşısında kaderine yönelik tutumunu değiştirebildiği anda, çektiği acıda bir anlam bulabilir. İnsanın temel uğraşı haz almak ya da acıdan kaçınmak
değil, yaşamda bir anlam bulmaktır. Acının da bir anlamı vardır. Frankl yaşamda anlam bulmak için acı çekmenin gerekli olmadığını, acıya rağmen insanın yaşamında anlam bulabileceğini (acının kaçınılmaz olması koşuluyla) belirtmektedir. Eğer acı kaçınılabilir bir durum ise, o zaman acıya yol açan nedenin ortadan kaldırılması gerekir.
TERAPÖTİK SÜREÇ ve TEKNİKLER
Logoterapi terapi sürecinde kullanılan teknikler açısından ele alındığında, nevrotik bireylerde sık sık gözlenen "beklen-tisel kaygı" durumunu başlangıç noktası olarak ele almaktadır. Bu korku durumunun en tipik özelliği, korkunun tam olarak bireyin korktuğu şeyin olmasına yol açmasıdır. Örneğin, topluluk içinde konuşurken terlemekten veya kekelemekten korkan birey, gerçekte topluluk içinde konuşurken terlemeye veya kekelemeye daha yatkın olacaktır. Burada korku, korkulan şeye yol açmaktadır.
Diğer bir bakış açısı ise, zoraki bir niyetin, zorla arzulanan şeyi imkansız kılmasıdır. Bu aşırı niyete Frankl, "hiper-yüksek-niyet" demektedir. Örneğin; bir insan mutlu olmak için ne kadar çok uğraşırsa, mutsuz olma olasılığı da o kadar yükselecektir. Burada mutluluk bir sonuç ya da yan ürün olmalıdır. Mutluluk amaç yapıldığında yok edilmiş olacaktır ya da ulaşılması imkansız duruma gelecektir. Burada açıklanan aşırı niyete ek olarak, aşırı dikkat ya da aşırı düşünme de patojenik olabilmektedir. Bu açıklamalardan sonra logoterapide kullanılan iki teknik üzerinde duralım.
Paradoksik (Çelişik) Niyet
(ParadoxicaI Intention) Tekniği
Frankl, paradoksik niyeti 1929'dan beri kullanmaktadır. Ancak bu tekniğin terimsel tanımını 1939'da yayınlamıştır.
Daha sonra bu teknik geliştirilerek bir metedolojiye dönüştürülmüş ve logoterapi sistemiyle bütünleştirilmiştir. O günden bu yana giderek artan çalışmalar, paradoksik niyetin obsesif-kompülsif ve fobik olaylarda etkili bir psikoterapi tekniği olduğunu göstermiştir.
Paradoksik niyetin nasıl çalıştığını anlamak için beklenti kaygısı denen mekanizmayı başlangıç noktası olarak ele almak gerekmektedir. Belli bir semptom, bireyde tekrar ortaya çıkabileceği konusunda bir beklenti yaratır. Ancak korku, her zaman için korkulan şeyi yaratma eğilimi gösterir. Bu nedenle beklenti kaygısı, bireyin olmasından korktuğu şeyi tetikleme eğilimi gösterir. Böylece kendini sürdüren bir kısır döngü oluşur. Bir semptom fobiyi uyandırır, karşılık olarak fobi semptomu kamçılar ve semptomun yeniden ortaya çıkması fobiyi pekiştirir.
Korkunun bir nesnesi de korkunun kendisidir, danışanlar sıksık "kaygı konusunda kaygıdan" söz ederler. Korku korkusu bir çok durumda danışanın kaygı nöbetlerinin potansiyel sonuçlarından duyduğu korkudan kaynaklanmaktadır. Birey bu kaygılar nedeniyle düşmekten, bayılmaktan ya da kalp krizi geçirmekten korkmaktadır.
Korku korkusuna yönelik temel tepki korkudan kaçmaktır. Birey kaygısını alevlendiren durumlardan kaçınmaya başlar, yani korkusundan kaçar. Kaygı nevrozlarının başlangıç noktası budur. Fobiler kaygının yükseldiği durumlardan kaçma çabasından kaynaklanmakta olup, fobinin devamını sağlayan şey de, kaçınma yoluyla kaygıyı azaltma mekanizmasıdır. Korku korkusuna tepki olarak korkudan kaçış, fobik yapıyı oluşturmaktadır. Fobik bozuklukta bireyin korku korkusunu sergilemesine karşılık, obsesif-kompülsif birey kendinden korkmakta, yani intihar edebileceğinden ya da cinayet işleyebileceğinden korkmaktadır. Çünkü bunlar düşünce düzeyinde saplantı haline
gelmiştir. Obsesif kompülsif birey, obsesyon ve kompülsiyon-larına karşı mücadele etmektedir. Ne kadar çok mücadele ederse obsesyon ve kampülsiyonlar da o kadar çok güçlenmektedir. Baskı, karşıt bir baskı yaratmakta, bu karşıt baskı da tekrar baskıyı artırmakta ve bir kısır döngü ve bir geri-besleme mekanizması oluşmaktadır. Bu geri-besleme mekanizması nasıl kırılabilir ve korkular nasıl ortadan kaldırılabilir? İşte paradoksik (çelişik) niyet tekniğinin işlevi burada ortay acıkmaktadır. Danışan fobik belirtiler sergiliyor ise korktuğu şeyi yapmaya, obsesif-kompülsif belirtiler sergiliyor ise korktuğu şeyin olmasını arzulamaya yönlendirilmektedir. Böylece danışanın korkularından kaçmasına ya da korkularıyla mücadele etmesine son verilmiş olur. Böylelikle hastalık yaratan (patojenik) korkunun yerini, paradoksik (çelişkili) bir niyet ya da arzu alır, sonuç olarak da beklenti kaygısının kısır döngüsü kırılmış olur.
Paradoksik niyet tekniği uygulanırken insana özgü mizah yeteneğini harekete geçirmek önemlidir. Mizah insana özgüdür ve insandan başka hiçbir canlı kahkaha atamaz. İnsan kendisiyle eğlenme, kendine gülme ve kendi korkularıyla dalga geçme gibi özelliklere de sahiptir. Terlemekten korkan bir danışan kendisini izleyenlere terlemenin gerçekten neye benzediğini göstermekten ve giysilerini ıslatacak kadar terlediğini düşünmekten zevk alacaktır.
Kişi saplantılarıyla boğuşmaktan vazgeçtiği ve bunun yerine saplantılarını alaycı bir tavırla ele alıp espri konusu yaptığı anda, kısır döngü kesilmektedir. Birey kendi nevrotik korkularıyla alay etmekle kalmayacak, zamanla korkularını görmezlikten gelmeye başlayacaktır.
Özetlemek gerekirse paradoksik niyet danışandan korkulan ortamlardan kaçınmak yerine, davranışının korkulan sonuçlarını istekli olarak yaratmaya çalışmasını isteyerek, kişiyi korkulan
durumla karşı karşıya getirme şeklinde uygulanmaktadır. Örneğin, yalnız yürüdüğü zaman bayılmaktan korkan bir danışandan, yalnız yürüyerek bayılmak için çaba göstermesi istenebilir. Kişi bunu yapamadığını anlar ve bu fobik durumla başa çıkabilecek düzeye gelebilir.
Paradoksik niyet tekniği uyku bozukluklarında da kullanılmaktadır. Uyuyamama kaygısı uyumaya yönelik aşırı bir niyete yol açmakta ve bireyin uyumasını engellemektedir. Bu durumda bireyden, yatağa yattığında uyumaya çalışmak yerine yatakta olabildiğince uyanık kalmaya çalışması istenmektedir. Frankl, paradoksik niyet tekniğinin, her sorunun çözümünde uygun bir teknik olmadığını, özellikle altta yatan beklentisel kaygılı durumların tedavisinde etkili olduğunu vurgulamaktadır.
Düşünce Odağını Değiştirme (de-reflection) Tekniği
Daha önce de açıklandığı gibi zoraki bir niyet, zorla arzulanan şeyi imkansız kılmaktadır. Bu aşırı niyete Frankl "hiper-yüksek-niyet" demektedir. Aşırı niyet ve aşırı düşünmeye karşı, düşünce odağının dağıtılması işlemi devreye koyulmakta ve böylece problem bu uygulamayla aşılmaya çalışılmaktadır. Düşünce odağını değişitirme tekniği, daha çok cinsel nevrotik yapıda kullanılmaktadır. Cinsel ilişkide, cinsel güç ve orgazm niyetin hedefi yapıldığı anda dikkatin de hedefi olmaktadır. Böylece bir geri-besleme mekanizması oluşmaktadır. Birey, gücünü ve orgazmı garantilemek için bütün dikkatini gücüne ve performansına yöneltir. Bu döngüyü kırmak için, birey güç ve orgazm aramak yerine yani kendini gözlemek yerine kendini unutmalıdır.
Bireyin hiper düşünmesine karşı harekete geçmek ve düşünce odağını değiştirerek, haz arayışını veya orgazmı merkez
düşünce olmaktan çıkararak, kendisi olmaya çalışmasını sağlamak gerekmektedir. Bu yaklaşımla bireyin cinsel haz için mücadele etmesi engellenerek, cinsel ilişkide kendisi olmasına yardımcı olunmaktadır. Bireyin dikkati problemi üzerinden başka bir noktaya çekilmekte ve böylece danışanın problemi düşünmemesi sağlanmaktadır.