PSİKOLOJİK DANIŞMANLIK VE REHBERLİK
PSİKOTERAPİLER  
  ANA SAYFA
  İletişim
  ERİCH FROMM VE HÜMANİSTİK PSİKANALİZ
  DİNAMİK PSİKOTERAPİ
  KAREN HORNEY VE BÜTÜNCÜL YAKLAŞIM
  AKILCI-DUYGUSAL TERAPİ
  ROGERS ve BİREY MERKEZLİ DANIŞMA YAKLAŞIMI
  GERÇEKLİK TERAPİSİ
  GEŞTALT TERAPİ ( F. PERLS )
  Holistik Tedavi
  VAROLUŞÇU PSİKOTERAPİ
  AYNA TERAPİSİ
  BİBLİO TERAPİ
  BİLİŞSEL PSİKOTERAPİ
  BİLİŞSEL DAVRANIŞÇI TERAPİ
  Bilişsel Davranışçı Oyun Terapisi
  Bütünleyici Bireysel Terapi ( BBT )
  çözüm odaklı kısa süreli yaklaşım
  EMDR TERAPİ
  ERİCKSONİAN PSİKOTERAPİ
  E-TERAPİ
  Feminist terapi
  FOTOTERAPİ (IŞIK TERAPİSİ)
  Hidro Terapi
  HİLL & O'BRİEN TERAPİSİ
  HÜCUM TERAPİSİ
  JUNG TERAPİ
  LOGOTERAPİ
  Müzik Terapi
  Oyun Terapisi
  Pozitif Psikoterapi
  Sine-Terapi
  ŞEMA TERAPİ
  HİPNO-TERAPİ
  AİLE DANIŞMANLIĞI
  CİNSEL TERAPİ
  ERGENLİK PSİKOLOJİSİ
  LİNK
  ANKSİYETE BOZUKLUKLARI
  nevzat tarhan
  Konuşma ve Dil Terapisi
  ÇOCUK RESMİNİN GELİŞİM AŞAMALARI
  PSİKOTERAPİ TÜRLERİ
  HİPPOTERAPİ
  Yiğidi Öldür Terapi Deme!
  Duanın Psikolojik ve Sosyolojik Faydaları
  PSİKOLOJİK DANIŞMA İLKE VE TEKNİKLERİ
  Ön Görüşme Sürecinin Öğeleri
  TERAPÖTİK İTTİFAK VE İLİŞKİ
  DOĞU HİKAYELERİYLE PSİKOTERAPİ
  empati ve empatiyi iletme
  İLK GÖRÜŞME
  Seçmeci (Eclectic) Yaklaşım
  PSİKOLOJİK DANIŞMANIN SAHİP OLMASI GEREKEN ÖZELLİKLER
  Psikolojik Danışma Süreci
  Psikolojik Danışmada Danışmanın Rolü ve İşlevi
  Psikolojik Danışmanın Amaçları
  psikolojik yardım aşamaları
  kendini tanıma rehberi
  KİŞİLİK TESTİ
  DEPRESYON
  Depresyon Testi
  STRESE DAYANIKLILIK ÖLÇEĞİ
  HAFIZANIZI GÜÇLENDİRMEK İÇİN 8 ADIM
  ÇOCUKLARDA DAVRANIŞ BOZUKLUKLARI
  NE KADAR PANİKSİNİZ?
  DUYGUSAL ZEKA TESTİ
  Hipnoz ve Depresyon
  Hipnoz ve kötü alışkanlıklar
  Hipnoz, Çözülme ve Travma
  HİPNOZ VE KONVERSİYON BOZUKLUKLARI
  Stres ve Anksiyete Bozukluklarının Kontrolünde Hipnoz
  ŞİŞMANLIKTA HİPNOTERAPİ
  Yeme Bozuklukları ve hipnoz
  Zeka Geliştirmek İçin 5 Yöntem
  Adleryan Terapi Teknikleri
  KENDİNİZİ DERS ÇALIŞMAYA NASIL KONSANTRE EDEBİLİRSİNİZ?
  BİOENERJİ
  EMPATİ
  Evlilikte Stres Kaynakları
  Stres ve Manevi Yaşam
  Stres ve Sabır
  Stres
  Kendi stresini yönetmede teknikler
  Stres’in Etkileri
  pozitif stres yönetimi
  GRUP PSİKOTERAPİSİNDE DEĞİŞMEYE YOL AÇAN SAĞALTICI FAKTÖRLER
  Grupla Psikolojik Danışma
  ÇOCUKLARDA DÜŞÜNME BECERİLERİ NASIL GELİŞTİRİLİR?
  Zeki çocuklar yetiştirmenin püf noktası
  Bediüzzaman'ın Eğitim Yaklaşımı
  İnsan problemlerine Kur’ân’î çözümler
  Proaktiflik ya da Reaktiflik
  Tûl-i Emel
  Bediüzzaman'a Göre Bilimin Değeri
  Akıl ve Duygular
  Akla Uygunlaştırma
  Aşırı girişkenlik
  Bastırma Mekanizması
  Belirsizlikler İçinde Aranan Güven Duygusu
  Birlik ruhu için şeffafiyet
  Depersonalizasyon
  Duygu Çağı
  En ucuz enerji kaynağı: Tebessüm ve selâm
  Güzelliğin yeniden tanımlanması
  Hayat ve Anlamı
  Hayat yolculuğunda çelişkili duygular
  İç Sesler
  İnancın Sosyolojik Boyutu
  İnsanlık Peygamberlere Muhtaçtır
  Kendini Gözlemleme
  Korkularımız
  Kulluk Psikolojisi
  Mutluluk Öze Dönmekle Olur
  Olayların gerçek boyutu
  Olumlu olmak
  Ölümü Düşünmemek Başını Gaflet Kumuna Sokmaktır
  Savunma Mekanizmaları ve Başaçıkma Şekilleri
  Suçluluk duygusu
  Şefkat
  Varlığın besmelesi olan sevgi
  Varlığın öz enerjisi: Muhabbet
  GESSELL GELİŞİM TESTİ
  Hipnoterapi nasıl uygulanır
  Hipnoz Hastasının Özellikleri
  Hipnotik Seansın Özellikleri
  Hipnoz Nasıl Uygulanır
  Hipnoz Nedir
  Hipnoz Teknikleri
  hipnozda uyulması gereken kurallar
  hipnozun uygulanmaması gereken haller
  Hızlı Hipnoz Tekniği
  Kendi Kendini Hipnoz (Oto-Hipnoz)
  ÖRNEK HİPNOTİK ENDÜKSİYON
  HİPNOZ HAKKINDAKİ MİT (BATIL DÜŞÜNCELER)'LER
  AİLE TERAPİSİ UYGULAMASINDA TEROPÖTİK YAKLAŞIM
  Aile ve Evlilik Terapisinde Amaçlar
  AİLE TERAPİSİ ÖZEL NOTLAR
  aile terapisi uygulama örnekleri
  Aile-Evlilik-İlişki Terapisi Nedir
  Evlilik Problemleri Nasıl Çözülür: 9 Öneri
  PSİKODİNAMİK VE BOWEN AİLE TERAPİLERİ
  YAŞANTISAL AİLE TERAPİSİ
  AİLE İÇİ PROBLEMLER VE ÇÖZÜM YOLLARI
  Cinsel Danışma ve Rehberlik - Uygulama
  CİNSEL TERAPİDE EV ÖDEVLERİ
  Cinsel Sorunlarda Hipnoterapi
  Holistik Cinsel Terapi
  CİNSEL PROBLEMLER
  ERGENLERLE İLETİŞİM
  ERGENLİKTE DİN VE AHLAK GELİŞİMİ
  ERGENLİK (PUBERTE) DÖNEMİ FİZYOLOJİK GELİŞİM
  ERGENLİK VE KİMLİK BOCALAMASI
  ERGENLİK DÖNEMİ ARKADAŞ İLİŞKİLERİ
  ERGENLİK DÖNEMİNDEKİ BİLİŞSEL GELİŞİM
  ERGENLİKTE CİNSEL GELİŞME
  GENÇ KIZ SAĞLIĞI
  ERGENLİKTE DAVRANIM BOZUKLUKLARI
  ERGENLİKTE DUYGUSAL GELİŞİM
  ERGENLİKTE MADDE BAĞIMLILIĞI
  ERGENLİKTE TOPLUMSAL GELİŞİM
  SOSYAL FOBİ
  ÖZGÜL FOBİ-2
  Psikolojik Rapor Yazma
  Gazali'nin Motivasyon Teorisi
  Hz. Muhammedin Evlilik Hayatı Ve Tavsiyeleri
  HİPNOZ
  HİPNOZ TEKNİKLERİ
  BİLİŞSEL-GELİŞİMSEL TERAPİDE HİPNOZUN KULLANIMI
  Hipnoz ve Depresyon-1
  HİPNOZ VE KÖTÜ ALIŞKANLIKLAR
  HİPNOZ ve Yeme Bozuklukları
  Stres ve Anksiyete Bozukluklarının Tedavisinde-üstesinden gelinmesinde –yönetiminde (management) Hipnozun kullanımı
  Hipnoz ve Anıların Çağrımı
  Stres ve Anksiyete Bozukluklarında Hipnoz
  KONVERSİYON BOZUKLUKLARI
  ŞİŞMANLIKTA HİPNOTERAPİ-1
  Hipnoz, Çözülme ve Travma-1
  Kişilik ve Psikotik Bozukluklar
  HİPNOTİK TELKİNLER İÇİN CÜMLELER KURMA
  Affect Bridge (Hipnoanalitik Yöntem)
  STEIN’İN SIKILMIŞ YUMRUK TEKNİĞİ
  KENDİLİK DEĞERİNİ ARTTIRMA ÖNERİLERİ
  BECK UMUTSUZLUK ÖLÇEĞİ
  BEİER CÜMLE TAMAMLAMA TESTİ
  COOPERSMıTH ÖZSAYGI ENVANTERİ
  CORNEL İNDEX TESTİ
  SCL–90-R
  RATHUS ATILGANLIK ENVANTERİ
  PSİKOLOJİK DANIŞMA--Temel Öğeler
  TERAPÖTİK İLETİŞİM
  KISKANÇLIK
  Risale-i Nur'dan Sosyal Problemlere Reçeteler 1
  Risale-i Nur'dan Sosyal Problemlere Reçeteler 2
  OBSESİF-KOMPULSİF BOZUKLUĞU
  PANİK BOZUKLUĞU - PANİK ATAK
  TRAVMA SONRASI STRES BOZUKLUĞU
  Alzheimer
DİNAMİK PSİKOTERAPİ

DİNAMİK PSİKOTERAPİ

1- Tarihçe

Bilimsel gelişmeler ardıcıl çalışmalarla mümkündür. Bu manada bilim ağır ve sürekli ilerleyen bir yapı arz eder. Bilim tarihine baktığımızda zaman zaman istisnai olarak bilimde sıçramaların olduğunu görürüz. Bilimsel çalışmalar bir binanın inşasındaki tuğlalar gibidir. Her biri bir diğerinin üzerine bina edilir. Bir kemer taşının yapılması veya bir kubbenin inşasında tuğlalar kalıbın üzerine tek tek konmaya devam edildiğinde, son noktada bu yapının yani kemerin veya kubbenin alttaki destekleri çekildiğinde ayakta kalabilmesi için son bir taşın yerleştirilmesi gerekir. Bu taşa kilit taşı ismi verilir. Bütün dengeler bu taşın üzerine kurulmuştur. Bu taş yerine oturduğunda kemer veya kubbe meydana gelir. Bilimde de zaman zaman bilimsel sıçramaları yaratan, kilit taşına benzer dehalar mevcuttur. Bunların yaptıkları, bilimi bir noktadan bir noktaya sıçratmak değil mevcut bilgileri hazmederek onlara, bir kilit taşı şeklinde yaklaşarak yeni bir fonksiyon icra ettirmektir. Dinamik psikoloji bu bağlamda psikoloji bilim tarihi içinde önemli bir açılım getiren bir noktadadır. Yani bir kilit taşı görevini görmüştür.

Bu kilit taşını yerine yerleştiren bilim adamı Sigmund Freud'dür. Freud'la başlayan dinamik psikoloji ve buna bağlı dinamik psikoterapi çok çeşitli evrelerden geçerek varlığını etkin bir şekilde sürdüre gelmiştir. Dinamik psikolojinin veya psikanalizin tarihini anlamak için Freud'un yaşamına bakmak gerekir. Freud, genç bir bilim adamı olarak nörolojiye ilgi duyuyor, beynin sinirsel yapısını anlamaya çalışıyordu. İhtisas alanını bu yönde seçmişti. 1800'lü yılların son döneminde dünyadaki bilimsel çalışma merkezlerine baktığımızda buralarda Fransa'nın, Almanya'nın, Avusturya'nın ve İngiltere'nin başı çektiğini görmekteyiz. Özellikle Fransa ve Almanya, tıp tarihi açısından önemli gelişmelere imza atan hekimlerin yetiştirildiği ve çalışmaların yapıldığı yerlerdir. 1800'lü yılların ikinci yarısında tıpta devrim niteliğinde olan olağanüstü buluşlar peş peşe gelmekte, insan anlayışı değişmekte, hastalıkların tedavisinde birçok yeni keşifler bulunmaktaydı. İnsanın organik yapısı en ince detaylarına kadar incelenip, araştırılıp mikroplar üzerine geliştirilen bir tıp anlayışı ve ona yönelik bir tedavi sürdürülürken, ruhsal yapıyla ilgili çok ciddi bir çalışma gözlemlenememektedir. Bu dönemde her ne kadar akıl hastası mevcut ise de bunlar toplumdan tecrit edilmişti ve ortaçağdan getirilmiş karanlık kültürel etkilerin uzantıları hala etkilerini sürdürmekteydi. Dolayısıyla akıl hastaları cinlenmiş, şeytanın gazabına uğramış ve izah edilemeyen bir grup hastaydı. Bunlar akıl hastanelerinde çok ilkel yöntemlerle tedaviye tabi tutuluyorlardı.

Bir grup bilim adamı, akıl hastalıkları üzerinde çalışmaya başlayıp akıl hastalıklarının da beynin bir bozukluğu olduğu iddiasıyla bilim dünyasında yerlerini aldılar. Akıl hastaları genellikle bir hapishaneyi andıran koğuşlarda zincire vurulmuş bir şekilde gayri insani şartlarda tutuluyorlardı. Çoğu bakımsızlık ve gıdasızlıktan ölüme terkedilmişti. Bazı hastanelerde akıl hastalıklarıyla ilgili bir takım tedavi yöntemleri geliştirilmeye çalışılıyor ama bunlar çok ilkel ve saçma yöntemleri içeriyordu. İşte tam bu dönemde birbirlerinin yaklaşık çağdaşı olan birkaç bilim adamı akıl hastalıklarının ve ruhsal yapının nasıl oluştuğunu ve nasıl çalıştığını kavramak için yoğun çalışmalara girdiler. Birbirlerinin yaklaşık çağdaşı olan bu araştırmacılar arasında Salpetriere okulunun temsilcisi Jean Martin Charcot, James Braid, Pinel, Alfred Binet gibi bilim adamlarını saymak mümkündür.

Bu dönemin bilimsel anlayışına ve nesnelere yaklaşım tarzına bakacak olursak 1800'lü yıllarda evreni izah eden ve bilimde birçok uzantısı olan manyetizma teorisi geçerliliğini sürdürmekteydi. Evren animist bir görüşle izah edilmekte, evrenin canlı olduğu ve gezegenlerin birbirine manyetik etkilerle etki ettiği iddia edilmekteydi. Manyetik bir seyyale, gezegenler arasında etkinliğini sürdürdüğü gibi; ayın, güneşin ve dünyanın yerleşimlerine göre de insanlar üzerinde bir etki yaratabilmekteydi. Her bir insanda da evrendeki her nesnede olduğu gibi bir manyetik seyyale mevcuttu. Bu, nesneden nesneye geçebilen, akışkan bir güç idi. Bu, doğrudan gözlemlenemez fakat sonuçları hissedilir bir güç olarak izah edilmekteydi. İşte bu bakış açısından yola çıkan Franz Anton Mesmer histerik hastaların bu manyetik güçle tedavi edilebileceğini iddia etti.

Organikçi görüşün bilime yeni yeni egemen olmaya başladığı bu dönemde histerik hastalardaki bozuklukların, beynin organik bozukluğu sonucu ortaya çıktığı iddia edilmekteydi. Tam bu sırada manyetik paslarla ve etkilerle histerik hastaları hipnotik transa alan Franz Anton Mesmer, bu hastalardaki arızaları ortadan kaldırarak tedavi ediyordu. Bu olağanüstü bir gelişmeydi. Ayrıca mevcut bilime ters ve karşıydı, dönemin bilim anlayışıyla mantıksal bir bağ kurulamıyordu. Bir bilim adamı olan Franz Anton Mesmer, etkilerini gözlemlediği hipnotik transın bu etkilerinin nasıl oluştuğu ile ilgili zihninde mantıksal bir sebep-sonuç ilişkisi geliştirmeye çalışıyordu. Bu da o dönemin animist görüşüne uygun olan manyetizma teorisiyle mümkün olmuştu. Kendisinde yüksek derecede pozitif manyetik güçler bulunduğuna inanan Mesmer manyetik güçlerinin azaldığına veya ters çalıştığına inandığı hastalarına bu güçlerini aktarıyordu. Hastalar da bu güçlerle şifa buluyordu. O dönemde çok meşhur olan ve ünü bilim dünyasına yayılan Franz Anton Mesmer ile ilgili Fransız bilim akademisi inceleme başlattı. Bu incelemeler sonucunda Mesmer'in bir şarlatan olduğu şeklinde yargıya varıldı. Mesmer şöhretini kaybedip Fransa'yı terk etmek zorunda kaldı.
İşte tam bu dönemde histerik hastalar üzerinde çalışma yapan Charcot ve Pierre Janet, hipnotik trans çalışmalarıyla hastalardaki bir takım belirtilerin ortadan kaldırılabildiğini keşfettiler. Histerik hastalardaki belirtilerin organik bir bozukluğa dayanmadığını, ruhsal bir nedensellik içerdiğini iddia ettiler. Çok ciddi bu iki bilim adamının hipnoza sahip çıkması hipnozla ilgili birçok çalışmanın yapılmasına neden oldu. Jamer Braid, hipnoz ile ilgili çalışmalar yaparak bu konuyu bilim dünyasında açıklığa kavuşturmaya çalıştı. Tam bu sırada Pinel akıl hastanelerinde hastaların zincirlerini çözdürdü. Onları birer hasta insan olarak kabul edip, onlara insanca muamele edilmesini istedi. Bu da psikiyatri tarihinde devrim niteliğinde yeni bir gelişme idi. Bir taraftan Darwin'in görüşleri bilim dünyasını etkilemekte, diğer taraftan ruhsal yapı incelenmeye çalışılmaktaydı.

İşte tam bunların ortasında Freud, beyni incelemek üzere nöroloji ihtisasına başlamıştı. Birçok değerli bilim adamıyla iletişim içindeydi. Charcot en çok hayranlık duyduğu adamların başında geliyordu. Histerik hastalar üzerine yapılan çalışmalarda hipnotik transın etkilerini gözlemleyen Freud, zihninde birçok çağrışımlar buldu. Fark ettiği ilk şey, hastaların trans süresi boyunca yaşadıkları bir takım olayları ve konuşmaları transtan çıktıktan sonra hatırlayamamalarıydı. Yani insanlar biraz önce yaşadıklarını hatırlamıyorlardı. Bu mümkün olamazdı. Bu insanlara ne oluyordu da hatırlamıyorlardı. İnsanlar gerçekten yaşadıklarını daha sonra hatırlamıyorlardı?! Freud'un zihninde çakan şimşekler ona, insanın kendisinde, bilinciyle ulaşamayacağı bilindışı bir alanın var olabileceği çağrışımını yaptırdı. Bir anda ilgi alanı nörolojiden psikolojiye ve psikiyatriye döndü. İhtisas alanı olarak psikiyatriye yöneldi. Kuramının ilk kilit taşını koymuştu: İnsanda bilinç dışı denen bir alan vardı ve bu alan insanı etkilemekteydi. İnsanın davranışları, düşünceleri ve duyguları tamamen bilinçli değildi. Bu, inanılması çok zor bir gerçekti. Freud girdiği bu yolda 80 küsur yıllık hayatı boyunca hep devam edecek ve insanın bilinçdışını inceleyen, irdeleyen, onun determinal bağlarını keşfetmeye çalışan bir araştırmacı olacaktı.

Freud bulduğu yeni çalışma alanında büyük bir uğraş içine girdi. Bu uğraşta önce zihinsel yapının veya zihinsel aygıtın nasıl bir şey olduğu ile ilgili tasarımlar kurdu. Bu tasarımlarının geçerli olup olmayacağını hastaları üzerinde hep test etti. Deneme-yanılma yoluyla zihinsel aygıtın parçalarını yakalamaya çalıştı. Yakaladığı ve tanımlayabildiği her parçayı bilim dünyasının önüne koydu. O dönemde çocuk cinselliği üzerine çeşitli çalışmalar da mevcuttu. Haz prensibinin nasıl geliştiğini ve nasıl evrimleştiğini gözlemlemeye ve incelemeye çalıştı. Her keşfettiği yeni bir bulguyu önce kendi zihninde kritik edip daha sonra kamuoyuyla paylaştı. Zihnine güvendiği ve inandığı arkadaşlarıyla devamlı yazışma ve tartışma içine girdi. Görüşlerini onlara aktardı. Bu dönemde birçok değerli bilim adamıyla çalışma fırsatını yakaladı. Ancak çalışmaları ve iddia ettiği fikirleri, mevcut statükocu bilim anlayışı nedeniyle reddedildi. Bilim camiasından ve dolayısıyla üniversiteden uzaklaştırıldı. Çalışmalarını yalnız başına, kendi muayenehanesinde sürdürdü. Bu süreç içerisinde teorik bir alt yapıyı oluşturduğuna inandığından kurumsallaşmaya giderek psikanalizini ilan etti.

Psikanaliz, Freud'ün insan anlayışını, insanın ruhsal aygıtını, bunun gelişim evrelerini ve bu evrelerde ortaya çıkabilecek nedensellik ilkelerini ve sonuçta patolojilerinin nasıl tedavi edileceğini anlatan geniş bir altyapıyı içermekteydi. Freud, getirmiş olduğu bu sistemle her şeyi yerinden oynatıyor ve sarsıyordu. Tüm kültürel değer yargıları, insanla ilgili bilimsel anlayışlar, ruhsal yapılar, dinî inançlar, ritüeller, cinsellik, her şey karmakarışık olmuştu. Mevcut yapının devamını öngören sistem, Freud'un bu tezine karşı şiddetli tepkiler üretti. Bu da doğal bir refleksti. Freud, kuramının ayakta kalabilmesi için zaman zaman katı tutumlar takınarak kuramını savunmaya çalıştı. Hem kuramını geliştiriyor hem de kuramını ayakta tutmaya çalışıyordu. Freud'un etrafında toparlanan bir grup bilim adamı, tarihe damgasını vuracak yeni oluşumları başlatacaklardı. Bir grup dehanın Freud'la beraber yaptığı bu çalışmalar, insanın bilinmezliğine ışık tutan projektörler gibiydi.

Freud'un katı tutumu, beraber çalıştığı arkadaşlarıyla bir süre sonra yollarının ayrılmasına neden oldu. Yollarının ayrılmasından öte birbirlerine düşmanca yaklaşan farklı okulların veya ekollerin oluşmasına neden oldu. Freud'dan ilk ayrılanlar Karl Gustave Jung, Jungyen psikolojiyi kurarken Alfred Adler bireysel psikolojiyi kurmuştu. Buna rağmen Freud'dan ayrılan tüm bilim adamlarının ana yapısında dinamik psikoloji anlayışını görmek mümkündür. Daha sonraki yıllarda, Freud öldükten sonra psikanaliz büyük gelişmeler göstermiş; kendi içerisinde evrimini sürdürüp gruplaşırken kendi dışında da birçok yeni dinamik ekolün oluşmasına neden olmuştur. Bu çerçevede ego psikolojisi, nesne ilişkileri kuramı, kendilik kuramı gibi yeni dinamik kuramlar geliştirilmiş, modern insanın izah edilemeyen bir takım sorunlarına dinamik kuramın içinde yeni açılımlar getirilmiştir. Bir nevi dinamik kuram zenginleştirilmiş, elastikî hale getirilmiş, katı tutumu yumuşatılmıştır.

2- Klasik Psikanaliz

Freud insanın zihinsel yapısını izah etmeye çalışıp 'İnsanın ruhsal aygıtı' kuramını geliştirmeyi sürdürüyordu. İnsanı anlamak, insanın ruhsal aygıtının parçalarını kavrayabilmek için yoğun gayret gösteriyordu. Çalışmaları, gözleme ve konuşmaya dayanıyordu. Freud laboratuarda çalışan bir bilim adamı değildi; öncelikle klinisyendi. Yani kendisine müracaat eden hastaları tedavi etmekle yükümlü bir hekimdi. Yalnız başına bir kuram, hastalara hiçbir yarar sağlamazdı. İnsanın ruhsal yapısını, ruhsal aygıtının parçaları ve aralarındaki bağlantıları çok iyi tanımlayabilirsiniz. Bu tanımlamalarınız da doğru olabilir. Ancak bu bilgiler hastaya hiçbir fayda vermez. Freud hastaları ile yaptığı çalışmalarda önceleri hipnotik trans altında onları konuşturuyor, onların geçmiş yaşantılarına ulaşmaya çalışıyordu. Hastaların, geçmişteki travmatik anıları konuştuklarında ve o günleri tekrar yaşayıp transtan çıktıktan sonra rahatladıklarını gözlemledi. Bazı hastalar hipnoz altında duygusal bir boşalım yaşıyor, ağlama krizleri geçiriyor ve kendiliğinden bir iyilik hali elde ediyorlardı. Freud buna baca temizleme işlevi ismini verdi. Hastalar trans altında sıkıntılarını ifade edip konuştukça tedavi oluyorlardı.

Bu gözlemlerden yola çıkan Freud, her hekim tarafından her hastaya uygulanabilecek bir yöntem geliştirmeye çalıştı. Çünkü her hasta hipnoza alınamıyordu. Bu da ciddi bir sorun olarak duruyordu. Ayrıca her hastanın hipnotik transa alınması hekim için zahmetli ve zor bir süreçti. Freud çalışmalarının bir evresinde serbest çağrışım yönteminin de aynı sonuçlar doğurabileceğini keşfetti. Ancak hipnotik trans altında hastaların çok kısa yoldan rahatlaması temin edilirken, serbest çağrışım yöntemiyle bu yol biraz daha uzatılmış oluyordu. İşte bu şekilde bir ihtiyaçtan doğan yeni bir tedavi yöntemi arayışı klasik psikanalizin kapılarını açtı. Freud deneme-yanılma yoluyla hastalarıyla yaşadığı süreci çok dikkatli bir şekilde gözlemledi ve önemli çıkarımlar elde etti. Aktarım, karşı aktarım, katarsis, savunma düzenekleri, bilinç, bilinç öncesi, bilinç dışı rüyalar, rüyaların sembolik anlamı, dil sürçmeleri ve benzerleri, bu süreçte elde ettiği kıymetli materyaller idi. İşte tüm bunları bir araya getirerek dinamik kuramın tedavi yöntemini ortaya koydu. Bunun adı Klasik Psikanalizdi. Klasik psikanalizi anlayabilmek için, onu oluşturan kavramları ve ne işe yaradığını bilmek gerekir. Aşağıdaki bölümlerde klasik psikanalizin ve dinamik kuramın ana yapı taşları açıklanmaya ve nasıl işlev gördükleri izah edilmeye çalışılacaktır. 

Klasik Psikanalizin Temel Kavramları

 
Klasik Psikanalizin temel kavramları şüphesiz bilinç, bilinç öncesi ve bilinçdışı kavramlarıdır. Yukarıda da izah ettiğimiz gibi Freud bir hipnoz seansını seyrettikten sonra çok farklı düşünsel çağrışımlar içine girmişti. Acaba insanoğlunun kendi zihninde, bilincin haberi olmadığı bir bilinç alanı olabilir miydi? Bu mümkün müydü? Bunun mümkün olabileceği varsayımıyla yola çıkan Freud, araştırmalarını bu alan üzerine odakladı. Bu araştırma için biçilmiş bir kaftan mevcuttu: Hipnoz. Bir hekim, gerçek manada zihinsel aygıtın nasıl çalıştığını görmek istiyorsa mutlaka hipnotik trans çalışmalarına girmesi gerekir. Değilse bilinç ve bilinçdışı kavramlarını hatta savunma düzeneklerini hakkıyla algılayabilmesi oldukça zordur. Freud hipnotik trans çalışmaları sayesinde ruhsal aygıtın bilinçlilik durumunun üç ana parçadan oluştuğunu tespit etti. Ana kütle bilinçdışı idi. Egomuza, realiteye ve süperegomuza ters bilgi, dürtü, materyal, yaşanmış hadiseler bilinçdışının derin katmanlarında bulunuyordu. Zaman zaman ego, ihtiyaç duyduğunda bu materyale ulaşabiliyor ve bunu bilince ulaştırıyordu. Bilinçli katman ise fark ettiğimiz, hafıza kayıtlarından rahatlıkla çağırabildiğimiz, bildiğimiz şeyleri içeriyordu. Buradaki materyal egoyla uyumlu, süperegoyla ters düşmeyen, realiteye aykırı olmayan bilgileri içermekteydi. Zaman zaman zihnimizde, 'dilimin ucundaydı, şimdi aklımdaydı, şimdi aklıma gelir' şeklinde izah etmeye çalıştığımız bilgi materyalleri de bilinç öncesinde duran materyaldir. Bilinç öncesi sanki bir gümrük bölgesi gibidir. Bilince çıkıp çıkmamasında henüz karar verilememiş bir takım engelleyici güçlerin etkisi altında bastırılmaya zorlanan, bir taraftan da dürtülerin gücüyle bilince çıkmaya çalışan yapılar olarak isimlendirilebilir. 

1- Serbest Çağrışım ve Divan

 
Bilinçdışına erişimin birçok yolu vardır. Bunlar rüyalar, dil sürçmeleri, hipnotik trans halleri ve serbest çağrışımdır. Freud bilinçdışının varlığını ve gerçekliğini, izlemiş olduğu bir hipnotik trans çalışmasından sonra keşfetmiştir. Bir nörolog olarak hayatına yön verip nöroloji biliminde ilerlemeyi amaçlarken, izlemiş olduğu bir hipnotik trans vesilesiyle insanın ruhsal yapısına yönelmiştir. Charcot, Bernheim, Liebeault gibi zamanın meşhur nöropsikiyatristleri hipnozu çeşitli boyutlarda inceleyip araştırıyorlardı. Freud hipnozu tanıdıktan ve hipnoz yapmayı öğrendikten sonra nevrotik hastalar üzerinde bir dizi çalışmalar gerçekleştirdi. Bu çalışmalar esnasında hipnotik trans altına alınan hastalarda, bilinçdışındaki bir takım materyalin bilince çıktığı ve hastanın bunları hekimine anlattığını tespit etmişti. Hastalar, transtan çıktıktan sonra bu bilgileri hatırlayamamakta ve bilmemektedirler. Bazı hastaların bilinç dışındaki bir takım anılarını tekrar yaşattığında ve travmatik bu anıları bilince ulaştırdığında onların bir takım şikâyetlerinin geçtiğini tespit etmiştir. Araştırmalarını derinleştiren Freud hipnotik trans çalışmaları sayesinde insanın iç dünyasında, bilinci ile ulaşamayacağı farklı bir ruhsal alanın varlığını keşfetmiştir. Bu, bilinçdışıdır. Ruhsal yapının parçalarının aydınlatılabilmesi için bu keşif, devrim niteliğinde müthiş bir buluş olarak ortaya çıkmıştır.

Freud, uzunca bir süre bilinçdışı ile bilincin ilişkisini incelemiş, aradaki bağlantıların sebep-sonuç ilişkilerini ortaya koymaya çalışmıştır. Dinamik kuramı bu çalışmalar sayesinde kuran Freud, hipnozu hastalarının tedavisinde de çok yoğun olarak kullanmıştır. Ancak her hastanın hipnotik transa girememesi, hipnozun genel popülasyonda uygulanamaması ve bazı bireylerce sakıncalı bulunması, bu yöntemin kullanılabilirliğini azaltmıştır. Freud, hipnoz sayesinde oluşturduğu dinamik kuramını, her hekim tarafından herkese uygulanabilir hale getirmeye ve hastalarının bilinç dışına doğrudan ulaşabilmenin başka yollarını araştırmaya çalışmıştır. Amacı, dinamik kuramı evrensel olarak uygulanabilir hale getirmektir. Hastalarıyla doğal bir ortamda sohbet ederken zaman zaman hastalarının konuşmalarının içeriğinde, konunun özüyle ilintili olmayan bir takım fikirlerin veya düşüncelerin ifade edildiğini görmüştür. Freud bunların üzerine odaklandığında, bu anlamsız düşünce uçuşmasının arka planının özel bir anlam içerdiğini fark etmiştir. Buradan yola çıkan Freud insanın amaçsız bir şekilde, rasgele konuşmasını sürdürdüğü takdirde, bilinçdışındaki bir takım bilgi veya materyalin bilince ulaştığını keşfetmiştir. Bu, her bireyde veya her insanda rahatlıkla oluşturulabilecek bir süreçtir. Daha sonra bu keşfinin üzerine, insanın bilinçdışına erişebilmesini kolaylaştırabilmek için serbest çağrışım (free association) ismini verdiği yöntemi uygulamaya koymuştur.
Bu yönteme göre, bilinçdışında deşarj olmaya çalışan ve bilince ulaşmaya gayret eden bilgiler varken diğer tarafta bunları tehlikeli addeden engelleyici güçler vardır. Normal zamanlarda egonun engelleyici güçleri sayesinde, bilinç dışına erişmeye çalışan dürtülerin deşarj olmasının önüne geçilir. Ancak amaçlı düşüncenin terk edildiği, düşüncenin herhangi bir şeye odaklanmadığı ve mümkün olduğu kadar iradenin devre dışı bırakıldığı bir rastgele konuşma sisteminde serbest çağrışım ortaya çıkmaktadır. Birey bir nevi kendi kendine beyin fırtınası yapmaktadır ve bunu da seslendirmektedir. Amaçsız, hedefsiz, rasgele fikirlerin ve düşüncelerin dansına izin vermek ve bunları dile getirmek, ilginç gelişmelere ve sonuçlara neden olmaktadır. Rahatlayan ego güçleri, bir nevi teyakkuz durumundan vazgeçerek kendini beyin fırtınası sürecine bırakmaktadır. Tam bu esnada, bilinçdışında bir an önce ifade edilmeye çalışılan düşünceler ve dürtüler, flashbackler halinde bilince ulaşmaktadır. Bilince ulaşan bu materyal hemen peşinden zincirleme bir reaksiyon doğurmakta; birçok anının, travmanın, yaşantının, hissedişin ve duygulanımın su yüzüne çıkmasına neden olmaktadır. Bu fark ediş, zaman zaman kuru bir bilgi gibi ortaya çıkabilmekte, zaman zaman da duygusal bağlamda, duygu yüklü olarak karşımıza gelebilmektedir. Duygu yükü ile birlikte bilince ulaşan anılar veya çağrışımlar kişide şiddetli duygusal reaksiyonlara neden olabilmektedir.

Serbest çağrışım nasıl yapılmalıdır? Serbest çağrışımın yapılabilmesi için kişinin içsel ve dışsal uyaranlardan mümkün olduğu kadar uzak tutulması gerekir. Nötr bir ortamda duyularımızı aşırı rahatsız etmeyen çevre şartlarında, rahat bir koltuk veya divanda, hekimin görünmediği bir oturuş pozisyonunda yapılmaktadır. Bunların hepsi kişinin kontrollü, irade merkezli, dikkati çeken düşünce sisteminden uzaklaştırmaya yönelik tedbirlerdir. Aslında bu durum, hipnotik transa alınacak bir hastanın transını kolaylaştıran faktörlerin aynısı gibidir. İçsel ve dışsal uyaranların minimuma indirildiği, ritmik bir stimilusun ritmik bir şekilde süjeye ulaştırabildiği bir ortamda hipnotik transı oluşturmak çok kolaydır. Aynı ortamda bireyin serbest çağrışım yapabilmesi de o oranda kolaylaşmaktadır. Serbest çağrışımın nasıl yapıldığını anlayabilmek için normal bir zamanda bir insanın düşünce içeriğini şekillendiren faktörlerin neler olduğunu bilmemiz gerekir. Normal bir düşünce sürecinde; a- Kişi, iradesiyle düşünmek istediği amaçlı bir düşünceyi zihnine getirir ve o amaca yönelik olarak gayret gösterip, dikkatini odaklayarak o düşünce üzerinde yoğunlaşır. b- Bu düşünce ile uğraşırken vücudunun içinden gelen biyolojik ve ruhsal uyaranlar, bu düşüncenin şekline ve gelişimine etki eder. c- Kişi, amaçlı düşünceyi sürdürürken dışarıdan gelen duyuların etkisiyle bu düşünce süreci etkilenerek onlarla ilintili farklı düşünce süreçlerine girebilir. d- Amaçlı düşünceyi sürdürürken amaca hizmet etmeyen, konuyla ilintisiz düşünceleri ve çağrışımları da aktif olarak irade gücüyle bastırmak durumundadır. e- Düşünce sürecini etkileyen tüm bu faktörlerin ötesinde, iradenin kontrolü dışında deşarj olmaya çalışan düşünce veya düşünce türevleri söz konusudur.

Serbest çağrışım, yukarıda bahsedilen bir düşüncenin oluşumundaki öğelerin ilk dördünü saf dışı bırakarak, beşinci öğedeki bilinçdışı olarak engellenilmeye çalışılan düşüncelerin, düşünce türevlerinin veya dürtülerin bilince ulaşmasını sağlamaya çalışır. İlk dört faktör saf dışı bırakıldıkça, bilince çıkmak için fırsat kollayan dürtü ve dürtü türevleri kendilerini ifade etmek için uygun bir zemin bulurlar. Kendilerini ifade ettiklerinde ise üzerlerine yükledikleri libidinal enerjiyi deşarj ettirmiş, bilinçdışındaki basıncı hafifletmiş olurlar. Bilinçdışındaki basınç hafifleyince şikâyet olarak karşımıza gelen birçok semptomun veya belirtinin, kendiliğinden ortadan kalktığını tespit etmek mümkündür.

Serbest çağrışım, dinamik psiko-patolojik anlayışın bütünsel yaklaşımında bir anlam ifade etmektedir. Ruhsal rahatsızlıkların oluşum mekanizmalarını ve süreçlerini dinamik bir anlayışla izah eden bu yapı, tedavide de aynı mantıksal kurgu üzerine oturmaktadır. Bu anlayışa göre bilinçdışında tutulan ve/veya bilinçdışına itilen dürtüler, kendilerine tatmin yolu bulamadıklarında alternatif çıkış yolu ararlar. Bunlar patolojk savunma düzenekleridir. Bunun sebebi dinamik sürecin gelişim aşamalarındaki tıkanıklıklar, hatalar veya patolojiler olabilmektedir. Bu nedenlere bağlı olarak bireyin sağlıklı bir egosu gelişemediğinden, olaylarla yüzleşebilme kapasitesi de düşük kalmaktadır. Egoyu güçlendirici, bilinçdışındaki materyalle yüzleşmesini temin edici ve bilinçdışındaki deşarj olmaya çalışan dürtüleri tanımaya imkân verici bir yaklaşım tarzı dinamik anlayışa göre iyileştirici bir etki gösterir. Geçmişteki zayıf bir ego nedeniyle savunmasız durumdaki birey, bir takım stratejilerle kendini korumaya çalışmıştır. Bu arada belki de bireyin egosu gelişmiş, palazlanmış ve tüm bu travmatik anılara veya dürtü bombardımanına karşı kendini savunabilecek güçtedir. Ancak bunu sorgulama ve kendi konumunu objektif olarak tayin etme imkânından mahrum olduğundan, çocukluk döneminden alışılagelmiş savunma düzenekleri ve dürtü kontrolü sistemleri aynen uygulanmaktadır. Belki de hiçbir şeye gerek kalmadan bu dürtülerin bilince çıkarılması ve ego ile yüzleştirilmesi, onların etkinliklerini ortadan kaldırmaya yeterli olabilmektedir.

Benzer şekilde bilişsel yaklaşım tarzına göre, çocuğun bebeklik döneminde travmatik anılara karşı kendini koruyabilmesi için kaçınma ve kızgınlık reaksiyonlarından başka elinde kendini koruyucu mekanizmaları yoktur. Ebeveynleri veya çevresi tarafından çeşitli şekillerde aşağılanan, değersizleştirilen, utandırılan, dışlanan, suçlanan bir çocuk kendini savunmak için o günkü becerileriyle bir takım telafi edici stratejiler geliştirmektedir. Bilişsel teoriye göre vaka formülasyonu yapılırken, Bugünkü problemin kaynağı olarak insan ilişkileri bağlamında o şahsın çocukluğundaki yetersiz telafi edici stratejileri üzerini yoğunlaşılmaktadır. Hâlbuki bugünkü birey, o günkü çocuk değildir. Daha donanımlı, daha yeterli, daha güçlü bir konumdadır. Bu konumda hala çok daha değişik stratejilerle kimliğini ve kişiliğini koruyup kendini ifade etme imkânı veren çocukluk döneminin basit stratejileriyle kendini korumaya çalışmaktadır. Çocukluk döneminde ailesine küsüp giden, kızdığı zaman duvarı yumruklayan, alay edildiğinde utanarak, kızararak tepki veren bir yapı, gelişkinlik döneminde benzer ortam ve durumlarla karşılaştığında aynı cevaplarla kendini korumaya çalışmaktadır. Bilişsel tedavi stratejisi bu ilişkinin üzerine odaklanarak, imajinasyon çalışmalarıyla bireyin, bugünkü güçlü halini fark edip yeni stratejiler geliştirmesine yardımcı olabilmektedir. Bu bağlamda bakıldığında serbest çağrışım yönteminin getirdiği faydalarla, bilişsel yapının kontrollü imajinatif çalışmaları aynı kaynaktan çıkıp aynı etkiyi yaratan benzer uygulamalar olarak görülmektedir.

Serbest çağrışımda geçmişte yaşanmış travmatik bir anının canlandırılarak etkisinin ortadan kaldırılması, göreceli olarak daha kolay iken ruhsal gelişim evrelerindeki bir takım tıkanıklıkların halledilmesi o kadar kolay değildir. Pre-ödipal ve ödipal dönemdeki ruhsal tıkanıklıklar veya sapmalar, serbest çağrışımda bir süreç olarak karşımıza çıkar. Bu durumda egonun kısa süreli değişimlerinden ve alternatif telafi edici, sağlıklı stratejiler geliştirmesinden bahsetmek mümkün değildir. Bu süreç, dinamik terapinin ana yapısıdır. Bu yapının bilişsel ve davranışçı ekollerde tam karşılığını bulmak mümkün değildir. Burada ne olmaktadır? Serbest çağrışım sürecinin mecrasına girmiş, değişmeyen bir ortamda kendini ifade etme imkânı bulmuş olan birey, doktorun şahsında bir boş ekran yaratır. Doktor olabildiğince tarafsız, olabildiğince gerçeklikten uzak, olabildiğince nötr ve sadece boş bir ekran durumundadır. Bunun sağlanabildiği ortamda birey, o ekranın üzerinde bir oyun sahneler. Bu oyunun her türlü versiyonu, yargılanmaktan, utandırılmaktan, aşağılanmaktan veya suçlanmaktan uzak bir şekilde doktorun şahsı üzerinde oynanmaya başlar. Bu, hem rüyalarda hem de serbest çağrışımlarda yavaş yavaş etkisini göstermeye başlar. Burada sanki ilk nesne ilişkilerinde ebeveyn ile kurulan ilk insan ilişkisi, tekrardan doktorun şahsında ele alınmaktadır. Aynı hatalı sürecin tekrarlanması beklenirken, doktorun olaya yorumlarla ve farklı zihinsel yaklaşımlarla müdahale etmesi sonucunda hastada iç görü gelişerek farklı bir model uygulama sürecine girilir.

Birey, o güne kadar anne-baba ile kurmuş olduğu nesne ilişkilerinin hatalı versiyonlarını, tüm nesnelerle mütemadiyen tekrar eden patolojik yapıyı, bu aynı süreci doktorla ilişkisinin içine de sokmaya çalışır. Dış dünyada patolojik ilişkilerinin farkında olmadan bu yapıyı devam ettiren bir bireyin, dış dünyanın kendisini iyileştirici ve farkındalık düzeyini artırıcı yorumları olmaması nedeniyle patolojik kişilik örgütlenmesi ve hatalı nesne ilişkileri pekişerek devam eder. İşte doktorun görevi, şimdiye kadar tüm nesne ilişkilerinde patolojik örgütlenme sistemini uygulaya gelen bu yapıya 'dur' diyebilmesidir. Her şey sil baştan ele alınır. Birey sanki iki-üç yaşına, bazen dörtbeş yaşına giderek anne-babasıyla kurmuş olduğu ilk model ilişkisini doktoruyla kurar. Kurulan bu ilişkide doktor, yorumları sayesinde kişinin, hatalı olan örgütlenme zincirinin ayırdına varmasını sağlar. Bunu bazen susarak, bazen yorumlayarak, bazen konuşarak temin eder. Hasta o güne kadarki ilişkilerinde karşı taraftan hep patolojisini besleyecek cevaplar almışken, bu kez hekimden farklı cevaplar gelmekte ve zihninde farklı modeller oluşmaktadır. Bu yeni ve sağlıklı modelin içselleştirilmesi, etkin kılınması ve içyapıya sindirilmesiyle birlikte terapi süreci bitmiş olur. Serbest çağrışım sürecinde bütün bu aşamaların zincirini görmek mümkündür.

Serbest çağrışım ve divan, klasik psikanalizde uygulama alanı bulan bir tedavi yöntemidir. Dinamik kurama sahip çıkan son dönem analistleri ve yeni dinamik ekoller (nesne ilişkileri, kendilik psikolojisi, benlik psikolojisi ve diğerleri) serbest çağrışım yönteminden vazgeçmiş, hastalarını divana oturtmak yerine karşılarına almış, karşılıklı görüşmeler şeklinde tedavi süreçlerini belirlemişlerdir. Bu tedavi süreçleri, serbest çağrışım ve divanı barındırmadığı halde dinamik yapının psiko-patolojik anlayışını çoğunlukla benimsemiş ve tedavi stratejilerini bunların üzerine bina etmişlerdir. Bu farklı dinamik ekollerde, yorum, aktarım, karşı aktarım, direnç ve dirençlerin çözümlenmesi de aynı şekilde etkinliğini tedavi süreçlerinde korumaktadırlar. 

2- Aktarım ve Karşı Aktarım

 
Grup terapisi çalışması yaptığımız bir günde gruba davet ettiğimiz yeni bir üye, grup seansına geç katıldı. Bu yeni grup üyemizi grubun içine aldıktan sonra, hiçbir tanışma merasimi yapmadan bu üye ile ilgili çalışmaya başladık. Yeni gelen bu üyemiz hakkında hiçbir bilgi sahibi olmayan diğer grup üyeleri, bu yeni üye hakkında yoruma davet edildi. Onlardan, görüntüsel yapısı ile bu üyenin kendilerine hissettirdiği duyguları, hiçbir sansüre tabi tutmadan diğer üyelerle paylaşması istendi. İlk defa görülen bir şahıs hakkında insanların fikir yürütmeleri oldukça ilginçtir. Grup üyelerimiz, gruba yeni katılan ve hakkında hiçbir şey bilmedikleri bu yeni üyenin kendilerine hissettirdiği duyguları, çağrıştırdığı düşünce ve anıları ifade ettiler. Herkes gelen şahıs ile ilgili birbirinden ilginç ve farklı yorumlar yapmaktaydı. Yorumlardan bir tanesi oldukça ilginçti. Bu üyemize, gelen yeni üyemiz ile ilgili olarak ne hissettiği sorulduğunda özetle şöyle cevap verdi: "Dış kapı açılıp bu arkadaş salona girdiğinde, onu görür görmez içimde büyük bir hınç ve öfke kabardı. Tanımadığım bu şahsa karşı çok büyük bir kızgınlık hissettim. Sebebini önce anlayamadığım bu duygularıma biraz daha yaklaşınca, kızgınlığımın gerçekte o şahsa değil ağabeyime karşı olduğunu fark ettim. Neden diye kendime sorduğumda ise; gelen şahıs kış günü tertiplenen bir grup terapisine katılmıştı. Salona girdiğinde kulaklarını da örten püsküllü bir berenin başına geçirilmiş olduğu, kalın bir paltonun ve altındaki boyun atkısının boğazı tamamen kapatmış olduğu bir şekilde salona girmişti. Kafasına taktığı bere, benim ağabeyimin takış stili ve benzeri idi. Ağabeyime karşı büyük bir kızgınlık ve öfke duyuyordum. Bir erkek ve bir kızdan oluşan kardeşlerimden erkek olan ağabeyim, çok başarılı bir tahsil hayatından sonra üniversiteyi bitirdiği halde çalışma hayatına atılmamış, sabahtan akşama kadar evde oturur bir vaziyette idi. Ailenin tüm ikaz ve zorlamalarına rağmen akşama kadar evde oturuyor, başına geçirdiği bir bere, giydiği bir palto ile yatağın içine giriyor, yataktan dışarı çıkmıyor, saatlerce çekirdek çıtlatıyordu. Bu arada benimle alay ediyor ve dalga geçiyordu. Ağabeyimin bu durumuna çok üzülüyor, çok büyük bir potansiyel sahibi olduğunu bildiğim ağabeyimin bu şekilde kendisini heder etmesine anlam veremiyor ve öfkeye kapılıyordum. İşte grup terapisine gelen yeni misafirimiz, sanki yabancı biri değil ağabeyimdi. Misafirin beresi ile kurulan irtibat ile ağabeyime hissettiğim tüm duygular bu şahsa karşı hissedilmişti. Hissettiğim duyguların hiç bir objektif tarafı ve kanıtı yoktu; çünkü bu insanı ilk defa burada görüyordum, nasıl bir insan olduğunu bilmiyordum…"
Daha sonra bu yorumları dinleyen yeni üyemiz tanımadığı grup üyeleri hakkında hissettiği duyguları onlara ifade etti. Kendisi hakkında negatif yorum yapan grup üyelerine karşı negatif ağırlıklı bir yorumlama, kendisine pozitif duygularla yaklaşan diğer grup üyelerine ise pozitif yorumlarla dolu duygu ve düşüncelerini dile getirdi. 

Burada ne olmuştu? Burada tam bir aktarım söz konusudur. Aktarıma karşı da, karşı aktarım gelişmiştir. Aktarım, ilk nesne ilişkileri döneminde anne veya bakıcılarla yaşanan ikili ilişkilerin, daha sonraki hayatımızda çeşitli insanlar üzerinde aynı bağlamda yaşantılanmasıyla ilişkili olarak kullanılan teknik bir terimdir. Duygularımızı aktardığımız bireyin bize karşı hissettiği duygular ise karşı aktarım olarak nitelendirilir. Aktarım ve karşı aktarım yine çok çeşitli bağlam ve perspektiften ele alınabilir. Çoğul faktörlerle de izah edilebilir. Biz burada öncelikle bir psiko-terapötik süreç içerisinde yer alan hekim ile hasta arasında, hekim ile danışan arasında, hekim ile analizan arasındaki aktarım ve karşı aktarımı ele alacağız. Ardından aktarım ve karşı aktarımı, bir bireyin günlük hayatında diğer insanlara karşı içsel çatışmalarını yansıtması anlamında ele almaya çalışacağız. Daha da ötesinde aktarımın kurumlara, eşyaya, soyut kavramlara ve sanatsal faaliyetlere kadar değişebilen türlerinden de bahsetmeye çalışacağız. 

Aktarım ve karşı aktarım terimi, psikoterapi literatürüne daha çok Freud ve takipçileri tarafından sokulmuştur. Bu manada klasik psikanalitik tedavinin başarıya ulaşabilmesi için aktarımın ortaya çıkarılabilmesi gerekir. Aktarım klasik psikanalitik ve çoğu dinamik kuramının temel tedavi eksenidir. Aktarım oluşmadan bir tedaviden bahsetmek mümkün değildir. Bir takım şikâyetlerle analize başvuran bir birey, ilk nesne ilişkilerinden oluşturduğu duygularını analiste yönlendirir. Bu duygulardan yola çıkan analits de yorumlar yaparak analizanın iç görü geliştirmesini, duygularını, düşüncelerini ve davranışlarını tanımasını sağlar. Bu tanıma sayesinde bireyde farklılaşma ve iyileşmeler ortaya çıkar. Bunların oluşabilmesi için bir terapötik çerçevenin meydana getirilmesi gerekir. 

Klasik dinamik kurama göre aktarımın rahat bir şekilde dirençsiz ve kısa bir sürede oluşabilmesi için analistin yerine getirmesi gereken birçok sorumluluğu vardır. Analist, muayenehanesinin düzenlenmesinden analizan ile olan her türlü ilişkisinin boyutuna kadar en ince ayrıntıya dikkat etmelidir. Böyle bir uygulamanın nedeni analist ve analistin çalıştığı çalışma ortamının analizana farklı çağrışımlar yaptırmayacak nötralitede olması ve analiz süreci boyunca da hiç değişmemesi gereğidir. Analistin görevi, mümkün olduğu kadar boş bir ekran halini muhafaza etmektir. Analistin hiçbir fikri, düşüncesi, davranışı, tutumu, inancı, kanaati ve değer yargısı bu süreci engelleyecek şekilde olmamalı, bilakis analizanın tüm düşünce, dürtü ve duygularını rahatlıkla ifade edebileceği bir serbest alan yaratılmalıdır. Onun için çalışılan mekân ve mekâna konan objeler, olabildiğince nötr olmalı, analistin bireysel kimliğini, inanç ve değer yargılarını yansıtmaktan uzak bulunmalıdır. 

Freud kendisine müracaat eden hastalarının sıkıntılarını dinlerken kendi yüz ifadesinden onların etkilendiğini, duygu ve düşüncelerini sansüre tabi tuttuklarını ve deforme ettiklerini gözlemlemiştir. Bunun üzerine hastalarıyla yüz yüze görüşmek yerine onları, kendisini göremeyecekleri bir pozisyonda oturtmuş ve serbest çağrışıma davet etmiştir. Önceleri kuşku ile divana uzanan hastalar, bu kuşkularından arındıktan sonra hekimi bir boş ekran olarak algılamakta, yargılanmayacağına emin olduktan ve bir süperego konumuna düşürülmediğini gördükten sonra analiste karşı daha açık ve konuşabilir hale gelmişlerdir. Analist bu durumda nesnel, bireysel kimliğinden sıyrılmakta ve artık boş bir ekran halini alabilmektedir. İşte bu boş ekran üzerinden kişinin aktarımı gerçekleşecektir. Analiste karşı bir takım duygular, düşünceler ve davranışlar ortaya çıkacaktır. Bunların hepsi, bireyin kendi geçmişinden tanıdığı aktarım malzemelerinin boş ekran olarak duran analiste yansıtılmasından başka bir şey değildir. Aktarım başlamıştır ve analiste karşı bir fantezi veya bir fantezik hikâye hayata konmaya çalışılmıştır. Sanki bu, bir tiyatro oyunu veya sahnelenen bir orta oyunudur. Analist olanı biteni izlemekte, kendi hakkında yapılan olumlu veya olumsuz tüm aktarımları değerlendirmekte, bunların arkasındaki hikâyeyi veya formülasyonu çözmeye çalışmaktadır. Kendisi üzerinden işlenen bu hikâyeyi veya formülasyonu zihninde çözdükten sonra hastanın değişimini yaratacak olan yorumlara girişme sürecine başlayabilir. Yorum, hastanın yaşadığı aktarım sürecinde, gerçeklere çok yaklaştığı bir anda hekimin son bir darbe ile kişinin farkındalığının artırıldığı çalışmalara verilen isimdir. Yorum, iç görüyü ve tedaviyi gerçekleştirir. 

Boş bir ekran olarak ortaya çıkan analist veya hekim, hastanın olumlu aktarım nesnesi olabileceği gibi olumsuz aktarım nesnesi de olabilir. Analizan öncelikle anne, ardından ödipal üçgendeki kişilerle ilişkiler ağına göre nesne ilişkilerini hekimine veya analistine yansıtacaktır. Yansıtmanın içeriğine göre bu yansıtma ya pre-ödipal özellikler ya da ödipal özellikler taşıyacaktır. Pre-ödipal ve ödipal yansıtmanın içeriğinde ya olumlu ya da olumsuz bir aktarım süreci devreye girecektir. İlk nesne ilişkilerindeki anne veya baba ile yaşanan olumlu duygusal yapılanma sanki bir regresyon (gerileme) gibi analistin veya hekimin şahsında tekrar canlanacaktır. Bu durumda analist idealize edilecek, yüceltilecek ve bir aşk objesi halini alacaktır. O her şeyin üzerindedir, o bağlanılan nesnedir, o vazgeçilemeyecek olandır. Bir bebeğin annesi ile kaynaşma özlemi gibi analizan da analisti ile kaynaşmak ve iç içe geçmek ister. Analistinden de aynı şekilde karşılık bekler. Böyle bir karşılığı alamayınca da ağır hayal kırıklıkları ve früstrasyon yaşar. Analist bu dönemi çok iyi idare edip hastayı ilerletmelidir. Eğer bunu başaramazsa ağır früstrasyonlara bağlı intihara kadar gidebilecek bir süreci tetiklemiş olabilir. 

Olumsuz aktarımda ise nesne ilişkileri bağlamında ilk nesnelerle kurulan negatif duygulanmaların veya kötü kendilik ve nesne ilişkilerinin bu boş ekranda canlanması söz konusudur. Analist veya hekim çok kötü, kaba, adî, vahşi ve zalimdir. Birey buna inanmaktadır. Fakat bireyin egosunun bir tarafı, terapiyi devam ettirmekte ve süreci tamamlamaya çalışmaktadır. Olumsuz aktarımın yoğunlaştığı durumlarda hekime karşı saldırganca tavırlar kendini çok çeşitli boyutlarda ortaya koyabilir. 

Olumlu veya olumsuz aktarımlarda aktarımın şiddet derecesi, basit bir rüya içeriği ile kendini ifade edebileceği gibi analiste karşı ilan-ı aşk etmekten, cinsel birlikteliği arzulamaktan, onu öldürmeye kadar varabilecek geniş bir spektrumda yer alabilir. Özellikle tehlikeli aktarımlar olumlu ve olumsuz anlamda pre-ödipal dönemlerden kaynak alan aktarımlardır. Dinamik yapı içerisinde karşı aktarım, farklı bir bağlamda ele alınmaktadır. Her analist, analizden geçmelidir. Kendi içindeki problemlerini, çatışmalarını ve nesne ilişkilerinin ne olduğunu kavrayabilme yeteneğini haiz olmalıdır. Kendini analizden geçirmeyen ve kendi iç dünyasının farkına varamayan bir analist, tedavi süreçlerinde çok ciddi hatalar yapabilir. Bunun da nedeni karşıya aktarımdır. Nesne ilişkileri bağlamında kendi bireysel patolojilerini bilmeyen, kendi düşünce, duygu ve davranışlarını mutlak doğrular olarak kabul eden bir analist, analizanı ile girdiği terapötik süreçte analizana karşı bir takım duygu, düşünce ve dürtüler hissedecektir. Bunlar analizanın kendinde çağrıştırdığı aktarım duyuları mıdır, yoksa kendi içindeki patolojik bir yapılandırmanın sonunda karşı tarafa yüklediği bir anlam etkisiyle ortaya çıkan karşı aktarım duyguları mıdır? Analist bunun ayrımını yapabilmeli, kendi aktarım duygularını kontrol edebilmeli ve karşı tarafın kendine hissettirdiği aktarım duygularından yola çıkarak da analizanı analize tabi tutup, yorumlarla onu şifaya kavuşturabilmelidir. 

Dinamik teoriye göre bütün rahatsızlıkların kaynağı, pre-ödipal ve ödipal dönemdeki anne ve ebeveynlerle ilişkili nesne ilişkileri sürecinin hatalı yapılandırılmasından kaynaklanmaktadır. Ana kalıp, ana kurgu, ana model hatalı olduğu için daha sonraki tüm ilişkilerde bu hatalı modelin biteviye tekrarını görmek mümkündür. Birey, bitmek tükenmek bilmeyen bir çaba ile sıkıntılarından arınmaya çalışmakta ama modeli değiştirmek gibi bir iç görüsü olmadığından aynı hataya her seferinde tekraren düşmektedir. Bunun tek istisnası terapi sürecinde hekimin şahsında yaşanan 'turn over' olayıdır. Burada aynı patolojiyi hekimin şahsında tekrar yaşayan birey, hekimden bu sürecin devamını sağlayan patolojik yanıtlar ve davranışlar beklerken hekim bu sürecin yanlışlığını idrak ettirmeye çalışmaktadır. Yani analistten doğru cevaplar, doğru yorumlar ve doğru şablonlar çıkmaktadır. Hayatında ilk defa bir master kalıp değiştirilmekte ve yeni bir nesne ilişkileri kalıbı oluşmaktadır. Bu, bütün modelleri değiştiren, bütün nesne ilişkilerini yeni bir bağlama oturtan yeni bir yapılandırma sürecidir. Hekimin şahsında idealize edilen, yüceltilen veya aşağılanan, cezalandırılan ilişkiler, normal bir seyre ve kıvama büründürüldüğü gün tedavi süreci de tamamlanmış demektir. Hekimin şahsı ile ilişkili olarak başlayan bu iyileşme halinin, bu tedavi süreci boyunca da dalga dalga tüm nesne ilişkilerine yansıdığını gözlemlemek oldukça ilginçtir. 

Analitik bir süreçte aktarımın önü açılırsa ve hekim buna izin verirse aktarımın nerede duracağını tayin etmek oldukça zordur. Aktarım ödipal dönemin ödipal üçgeninin tekrarlanmasıyla ilintili bir yapıda ortaya çıkabildiği gibi içinde ağır psikotik özellikler barındıran pre-ödipal bir aktarım düzeyine de inebilir. Bu durumda analizanın yönetilmesi ve terapinin sürdürülmesi oldukça büyük zorluklar arz edip büyük ustalıklar gerektirir. Hasta dağılmış bir haldedir ve hekim ile birlikte tekrar toparlanması gerekir. Pre-ödipal kaynaklı bu tip aktarımlarda tedavinin oluşabilmesi için de bu derinliğe inilmesi gereklidir. Nevrotik veya ödipal düzeydeki bir sorunun çözümlenmesi için ödipal döneme yapılan regresyon ve ödipal düzeydeki bir aktarım, patolojinin düzeltilebilmesi için yeterli sayılmaktadır. 

Dinamik terapi süreci içerisinde aktarım özellikle istenen, indüklenen (tahrik edilen) ve oluşması için zemin hazırlanan, oluşturulduktan sonra da takip edilen en önemli tedavi aracıdır. Aktarımda ego bir nevi devre dışıdır. Duygular ön plandadır ve duyguların üzerinden analiz sürdürülür. 

Aktarım sadece klasik analitik terapide değil her türlü insan ilişkisinde, özellikle psiko-terapik süreçlerin tamamında ortaya çıkabilen bir durumdur. İster davranışçı, ister bilişsel, ister varoluşçu, ister iç görü yönelimli olsun dinamik terapilerin hepsinde aktarım ortaya çıkabilmektedir. Aktarımın gelişim ve oluşum şeklini bilen bir terapist hangi tedavi tekniğini uyguluyor olursa olsun hastasını tedavi ve motive etmek istiyorsa, hastanın kendisine yönlendirdiği aktarımın ne olduğunu çok iyi çözümlemelidir. Negatif aktarımlarla dolu bir hastada en mükemmel davranışçı, bilişsel veya diğer tedavi tekniklerini uygulayan terapist başarılı olamaz. Çünkü daha çok ego güçlerine dayanan, rasyonel hareketi temel almış olan bu tedavi teknik ve stratejileri negatif aktarım sebebiyle hastanın gözünde inandırıcılığını yitirmekte, direnç mekanizmalarını oluşturmakta, hastanın tedaviye işbirliğinin önünde çok ciddi bir engel olarak durmaktadır. Davranışçı bilişsel veya diğer dinamik terapileri uygulayan terapistler, hastanın pozitif ve negatif aktarımlarına karşı uyanık olmalı, onları kısmen analiz etseler de tedaviyi kendi tedavi teknikleri üzerinden götürmelidirler. Pozitif aktarımın geliştiği durumlarda terapinin daha etkin kılınabilmesi için, hastalar pozitif aktarımdan yararlanılarak motive edilebilir ve hedeflere kilitlenebilirler. Bu tip tedavi stratejileriyle tedavide başarılı olunamayan hasta grubu, analiste sevk edilebilir. 

İç görü yönelimli dinamik bir psikoterapi yöntemini yürütürken ya da bütüncül tedavi uygulamasını sürdürürken bazı hastalarımızda çok yoğun aktarım nevrozuyla karşı karşıya kalmaktayız. Bu hastalarımızın aktarım durumlarını ele almadan tedavi süreçlerinde ilerleme kaydetmek oldukça zor olmaktadır. Gürültülü bir şekilde ortaya çıkan bir aktarım tablosu karşısında terapist şaşkınlığa düşmemeli ve soğukkanlılığını muhafaza etmelidir. Hastanın kendisine yönlendirmiş olduğu pozitif aktarıma karşı uyanık olmalı ve kendi konumunu kaybetmemelidir. Bu tip bir aktarımda hasta hekimini çok yüceltebilir. Onunla kaynaşma içine girebilir. Hekim, kendisini mutlu eden böyle bir aktarım karşısında sarhoşluğa kapılmamalı, kendi objektif konumunu muhafaza etmelidir. Özellikle borderline hastaların aktarım türlerinde pozitif ve negatif aktarımlar peş peşe gelebilmektedir. Bir seans sizi ilahlaştıran ve yücelten ve size dünyanın en büyük terapisti ve insanı unvanını layık gören hastamız bir başka seansta sizi rahatlıkla cehennemin dibine gönderebilmektedir. Bunlar, hastanın içindeki gelgitlerin tezahüründen başka bir şey değildir. Ne zaman ki hekim normal bir hekim konumuna gelir, tedavi o zaman bitmiştir. 

İnsan ilişkileri bağlamında çevreyle ilişkilerimizde, diğer insanları objektif bir birey olarak algılayamayız. Çoğu zaman karşımızdaki insanın bize çağrıştırdıkları, bize hissettirdikleri, bir takım ilişkilerin o şahıs üzerinde canlanmasını sağlar. Yakinen tanımadığımız, iç dünyasını bilemediğimiz, iletişim içine girmediğimiz bu insanlar hakkında kısa sürede yargılara varır ve onlarla bir model üzerinde iletişime gireriz. Ruhsal dünyamızda karşımızdaki insana olumlu bir takım şeyler atfetmişsek, bilgi işleme sürecimiz bu bağlamda sürdürülerek o insanı, o konumda muhafaza etmeye çalışırız. O insanın gerçekliğini görmek yerine kendi zihnimizde o insana atfettiğimizi, o insana mantıklı bir şekilde giydirmeye çalışırız. Sevgi ve nefret objesi olarak bu durum, yelpazenin her iki kanadında da meydana gelebilir. Aynı insana karşı farklı insanların farklı görüş, hissediş ve tutumlarının kaynağında çoğu zaman ilişkilendirme yoluyla bağlantılandırılan geçmiş nesne ilişkilerinin bir tekrarı yatar. Objektivite, çoğu zaman beklenenden azdır. Bu nedenle herkes görmek istediği nesneyi görür ve ona göre davranır. Aynı bireye karşı iki farklı insan, farklı duygulanım ve düşünceye sahip olabilir: Aynı manzarayı seyrettiği halde farklı öğelere odaklanmak gibi.
Diğer insanlara karşı bu şekilde aktarımda bulunma ve onların bize hissettirdiği karşı aktarım şeklindeki bu ilişkiler, bebeklikten ve çocukluktan tevarüs ettiğimiz miraslardır. Bu miraslar üzerinde bireysel kimliğimizi inşa edemediğiz sürece farlı bir hayat olmayacaktır. Aynı model hep tekraren yaşanacaktır. Diğer insanlara, bu şekilde ihtiyacımız olan aktarımları yapmayı sürdürürken; bu durum bir takım kurumlara, kavramlara ve soyut bir takım yapılara yönlendirilebilir. Devlet, negatif aktarımın yapıldığı bir baba olabildiği gibi pozitif aktarımının yapıldığı bir ana da olabilir. Tanrı, korkulan bir baba aktarımının yerine ikame edilebileceği gibi kaynaşmak ve içinde yok olmak istenilen bir ana aktarımı olabilir. Dinler, ideolojiler, kavramlar, kelimeler bu aktarımın farklı boyutlarda nesneleri olabilir.

3- Direnç ve Çözümlenmesi

 
Birey size muayeneye gelirken samimi, içten ve tedavi amacıyla gelmektedir. Bunun için hem zamanını harcamakta hem de parasını vermektedir. O kadar yoğun işlerinin arasında, o kadar maddi sıkıntılar içinde bizi çok ciddiye alarak tedaviye gelmektedir. Bu tavır egonun rasyonel, mantıklı, makul, çözüm arayan ve doğru yere yönelen bir tavrıdır. Bu tavır hekimin isteğiyle örtüşmekte, onunla işbirliğine girmektedir. Egonun bu tarafı hekimini ölçüp tarttıktan sonra onunla bu işi başarabileceğine inancı pekiştiğinde ve o samimiyeti, o yakınlığı, o bilgi ve beceriyi hekiminde gördüğünde tedavi işbirliği en üst noktaya ulaşmış demektir. Her şey güzel giderken ve tedavi programı çok başarılı bir uygulama sürecindeyken, hastanın elinde olmadan, tam tedavi olmanın eşiğinde bir reaksiyonla karşılaşılır. İçteki dinamik bazı güçler hastanın iradesinin kontrolü dışında, hastanın tedavi olmasını engellemeye çalışmaktadırlar. Bunlara toptan verilen isim dirençtir.
Dirençler bilinçdışıdır, otomatiktir, kişinin kontrolünde değildir ve çok çeşitli olup her kılığa ve renge bürünebilir. Burada hekimin çok uyanık olması, hastayı çok yakinen takip etmesi, hastanın kişilik örüntüsünü tanıması ve hastanın tedavi sürecini çok iyi gözlemlemesi gerekir. Tedavi sürecindeki beklenmedik pozitif veya negatif değişimler bir direncin öncü birlikleri olabilir. Tedavinin henüz başındayken hastada ortaya çıkabilen çok ani, iyi ve sevindirici gelişmeler bir anda tedavinin bittiği gibi bir zafer işaretini gösterebilir. Bu, direnç mekanizmasının oluşturduğu aldatıcı bir tablo olabilir. 

Hekim, zamanı ve zemini oluşmadan ortaya çıkan bu geçici iyileşme tablolarına kanmamalı ve ayağını sağlam basmalıdır. Hastasına böyle bir sürecin ardından sıkıntılı bir sürecin gelebileceğini ifade etmeli, bu şekilde bir sonraki adımı görerek hastanın egosuyla olan işbirliğini daha da kuvvetlendirmelidir. Hasta negatif bir tablo içine girdiğinde, bu tablo kroniklik arz edebilir bir duruma geldiğinde hasta, hekimin gözlerindeki ifadeye çok dikkat eder. O gözlerde bir yılgınlık, bir umutsuzluk sezerse direnç başarıya ulaşır, hasta tedaviyi terk eder. Hekim direnç mekanizmalarının oluşturduğu bu geçici kronik tabloya aldanmaz da hastasına güven dolu bakışlarla 'korkma seni kıyıya ulaştıracağım' diyerek gücünü ve güvenini verirse direnç aşılmış olur. Burada da belirttiğimiz gibi çok pozitif veya çok negatif görünen, geçici, yanıltıcı tablolar, direncin kullandığı malzemeler olabilir. 

Direnç, muhtelif anlamlarda yorumlanabilir. Her tedavi yaklaşımında direnç gündeme gelmekte fakat içeriğini farklı şeyler doldurmaktadır. Davranışçı bilişsel terapide direnç kavramı farklı bağlamda ele alınırken, dinamik terapide direnç bir başka bağlamda ele alınmaktadır. Bireyin tedavisini engelleyen her şey dirençtir. 

Dirençlerin bir kısmı bilinçliyken bir kısmı bilinç dışıdır. Davranışçı bilişsel terapide, tedavi stratejilerinde hastaların verilen ev ödevlerini yapmamaları ve uygulama eksiklikleri direnç olarak nitelendirilmektedir. Direnci çözmek için de hastanın hekimle olan işbirliğinin artırılması (terapötik alyans), hastanın ikna edilmesi, motive edilmesi, cesaretlendirilmesi, gerekirse zaman zaman uygulamalara hekimin bizzat iştirak etmesi önerilmektedir. Bunlar ego düzeyinde bireyin bir takım korkularından, isteksizliğinden, inançsızlığından kaynaklanan dirençler olarak görülmektedir. 

Terapiye olan bu karşı tepkiyi, bu mantıksal yapı içinde ele aldığımızda bunu aşmak için getirdiğiniz stratejiler de buna uygun olacaktır. Hastanın kendisine önerilen uygulamaları ertelemesi, yapmaması, kaçınması hatta tam tersi uygulamalara yönelmesi birtakım basit mantıksal açıklamalarla izah edilmektedir. Bunların ortadan kaldırılabilmesi için de daha çok bunun yerine ödül-ceza tekniği, düşüncenin kâr ve zararı gibi davranışçı ve bilişsel tedavi teknikleri uygulanmaya çalışılmaktadır. Bu tedavi stratejileriyle tedavi sürecinin engellenmesi veya tıkanmasının önüne geçilmeye çalışılmaktadır. 

Dinamik terapi süreçlerinde ise direnç çok farklı bağlamlarda ve içeriklerde ele alınmaktadır. Dinamik tedavi süreçlerinde direnç daha çok bilinç dışıdır, otomatiktir. Kişi direncinin farkında değildir. Dinamik tedavi süreçlerinin belirli aşamasında bireyler tedaviye karşı direnç geliştirirler. Bu aşamada hekimin görevi bu dirençler üzerine odaklanarak tedaviden önce direncin çözümlenmesini sağlamaktır. Dinamik açıdan dirençleri çeşitli noktalardan ele alabiliriz. Serbest çağrışım yöntemiyle bir tedavi programı uyguluyor isek dirençler, genellikle serbest çağrışımın kendisiyle ilintili olarak ortaya çıkmaktadır. Yukarıda bahsettiğimiz gibi serbest çağrışım esnasında birey amaçlı düşüncelerden, içsel ve dışsal faktörlerden uzaklaşarak bilinç dışında deşarj olmaya çalışan dürtülerin ifadesine imkân vermeye çalışır. Bu dürtülerin serbest bir şekilde ifadesini engelleyen her yöntem aslında birer dirençtir. Bu durumda çeşitli şekillerde direnç mekanizmalarıyla karşı karşıya kalmaktayız. Hastadan serbest çağrışım yapması istendiğinde zihni tamamen donmakta, durmakta, hiç bir çağrışıma izin vermemektedir. Bu, düşünceyi durdurarak oluşturulan bir direnç mekanizmasıdır. 

Bazı hastalarımıza serbest çağrışımın ne olduğu anlatılır, zihninden gelen her şeyi hiç bir ayrıma tabi tutmadan ifade etmesi söylenir. Bunun serbest çağrışımın temel kuralı olduğu, zihnine gelen tüm materyali hekimiyle paylaşması gerektiği ifade edilir. Hasta bütün arzu ve isteğiyle hekimin isteklerini büyük bir coşkuyla yerine getirir. O kadar yoğun düşünce çağrışımlarına ulaşır, o kadar çok fikir zihnine gelir ki bunların hepsini hekime ulaştıran hasta, hekimi düşünceleriyle boğar. Hekim, bu kadar materyalin içinden çıkamaz hale gelir. Bu da direncin diğer bir tipidir. Bu insana, "çok malzeme getiriyorsun, içinde boğuluyorum" dendiğinde, "Doktor Bey! konuşsam suç, konuşmasam suç!" diye karşılık verir ve direncinin farkına varamaz. 

Çeşitli tedavi süreçlerine baktığımızda birçok direnç şekliyle karşılaşmamız mümkün olabilmektedir. Dinamik bir tedavi süreci içinde, hastadan rüyalarını kaydetmesi ve getirmesi istenir. Ancak hasta, olağan gördüğü günlük rüyalarını artık göremediğinden bahseder ve hiç bir rüyasını hatırlayamamaktadır. Bu, bilinç dışı direncin yoğun olarak işlediğini gösteren indikatör gibidir. Hastadan günlük tutması istendiğinde günde on dakika ayırıp günlük tutmayı başaramaz. Hastanın tedavi seanslarını unutması, gününü hatırlayamaması, tedavi seanslarına geç gelmesi, tedavi seanslarında esnemesi, uykusunun gelmesi, bunaltı ve sıkıntı hissetmesi, içinin daralması, tedavi seanslarının monotonlaşması, zevkle sürdürülen programın artık tat vermez hal alması hastanın yoğun dirençlerinin başladığını bize bildiren işaretlerdir. 

Bu konuların anlaşılması için birkaç vakamızdan direnç örneğini sizlerle paylaşmak istiyorum. Tedaviye dirençli kronik depresyon şikâyetiyle bize müracaat eden genç bir erkek hastamız, dinamik yönelimli bir tedavi programına alındı. Hastamız bize geldiğinde yüksek dozda antidepresif ve antipsikotik ilaçlar kullanıyordu. Yaptığımız muayenede hastamızın dinamik temelli bir depresyon durumunda olduğunu tespit ettik. İlaçtan arındırıp ilaçsız normal halini gözlemleyebilmek için ilaçlarını keserek işe başlamak istedik. İlk aldığımız tepki, "bu ilaçlarla dahi zor ayakta duruyorum, nasıl olur da ilaçlarımı kesme cesaretini gösterirsiniz! Her an intihar düşünceleri içindeyim" diyerek ilk önerimizi reddetmişti. Direnç burada başladı, ardından tedavi saatlerinin belirlenmesi ile ilgili konuşmaya geçilince öğleden önce kendisine önerdiğimiz tedavi seansları saatine itiraz etti; "ben o saatlerde gelemem, benim tedavi seanslarımı akşam saatlerine ayarlayın" dedi. Terapötik işbirliği gelişene kadar hastamızın bu dirençleri üzerine çalışma ertelenerek tedavi programı başladı. Obsesif kompulsif kişilik yapısında olan hastamız, bir taraftan da kurallara sıkı sıkıya bağlıydı. Tedavi seanslarına tam vaktinde geliyordu, onun geliş saatini zile basmayla anlıyorduk. Zile basma saatlerinde saatimizi ayarlayabilirdik.
Tedavi seansına başladığımızda, uzunca bir süre seanslarda hastamız ya hiç konuşmadı ya da çok az konuştu. Bu durumu da biz bir direnç olarak yorumladık. Tedavinin ilerleyen aşamalarında 'rahatsızlığının genetik kaynaklı olduğunu, psikoterapinin hiçbir işe yaramayacağını ve tıbbın kendisinin tedavi edilmesi konusunda iflas ettiğini' ifade ediyordu. Uzun seanslar boyunca bize getirdiği materyalde, kendisinin bir kader kurbanı olduğu, dünyada çıkan tüm ilaçların en yüksek dozlarının kombinasyonlar halinde uygulanmasına rağmen, lektör şok tedavileri verilmesine rağmen hiç bir yararı olmadığını; ancak yeni bir tedavi yönteminin keşfi ya da yeni bir ilacın bulunmasıyla tedavi olabileceğini iddia etmekteydi. Böyle bir tartışmaya girince depresif duygu durumu ortadan kalkıyor, büyük bir arzu ve istekle haklılığını ispata çalışıyordu. Tedavi edilmeyen depresyonuyla bütün doktorlara meydan okuyordu. Dinamik yapı incelendiğinde ödipal bir çatışması bulunduğu, babasının antidepresif ilaç kullanırken intihar ettiği, abisinin çok başarılı bir hekim olduğu ve annesiyle birlikte yalnız yaşadığı gözlendiğinde dinamik birçok psiko-patolojinin yapı üzerinde örtüştüğü görülüyordu. Hem narsistik hem de obsesif kompulsif kişilik görüntüsünde bulunan hastamız, hem tedavi süreçlerine devam ediyor hem de bu tedavinin hiç bir şeye yaramayacağı iddiasıyla ve ispat gayretiyle seanslara geliyordu. 

Ardından grup terapilerine aldığımız bu hastamız bu direnci, bu iddiaları üzerinden bir varoluşsal yapıya çekildi. Grup terapilerinde de aynı iddialarını ortaya koyan, grup içinde bu manada farklılaşmaya çalışan, zeki esprileriyle gündemi belirleyen ve bundan keyif alan bir süreç işlemeye başladı. Tedavinin ikinci yılında yaşanan bir aşk heyecanıyla hastamızın tüm depresif bulguları ortadan kalktı. Hiçbir ilaç kullanmadan hayatın coşkusuna katıldı. Dört beş ay kadar süren bu dönemden sonra aşkına yeterli yanıt alamayan hastamız tekrardan depresif bir duygu durumuna girdi. Bireysel terapi seanslarını kesti, ancak grup terapilerine devam edeceğini beyan etti. Grup terapilerine katılımındaki birinci amacı, grup üyelerine tedavinin işe yaramadığını anlatmaktı. Her haliyle pür direnç mekanizması olarak çalışıyor, tüm grup üyelerinin onu iyileştirme yönündeki gayretlerini boşa çıkarıyordu. Bu sayede her zaman gündemin birinci sırasına oturuyor ve narsist kişiliği tatmin oluyordu. Bir süre sonra negatif aktarımla bize olan transferansını, öfke ve kızgınlığını bize boşaltır hale geldi. Her grup terapisinde hekimine acımasızca saldırıyor, hakaret ediyor ve onunla dalga geçiyordu. Bir yıl kadar süren bu süreçten sonra hastamızın direnç mekanizmaları hafifledi, psiko-terapötik bir işbirliğine yanaştı, kendi iç görüsünü geliştirerek sürecini değerlendirmeye muvaffak oldu. Üniversite tahsiline devam etmeyi, sosyal uyumunda artışı ve ilaç kullanımında minimuma ulaşmayı başardı. 

Pasif agresif kişilik örüntüsündeki hastalarımız dirençlerini konuşmayarak ortaya koyarken anti sosyal kişilik örüntüsündeki hastalarımız, muayene şartlarını sabote edip doktorun eşyasına ve çevresine zarar vererek dirençlerini ortaya koymaktadır. Düzenli olarak muayeneme gelip tedavi olan hastalarımdan, sekreterimin telefonunu çalan, elektronik cihazlarımı bozan, tuvaleti ve muayene ortamını özellikle kirleten birçok hastamın direnç şekillerinden bahsetmek mümkündür. Bazı hastalar yoğun işbirliği gösterdikleri halde bu işbirliğinin arasında büyük bir direnç gizli olabilir. Doktorun her söylediğini harfiyen uygulayan, görevlerini eksiksizce yerine getiren ve "dediğiniz her şeyi yaptım ama hiç bir şey değişmiyor" diyen hasta doktora olan üstünlüğünü ifade etmeye çalışıyor olabilir. Bu da farlı bir direnç şeklidir. Bazı hastalar ellerinde bir tomar reçete ile gelirken sizi de tespihinde bir halka haline getirmek isterler. Siz de listesinde bir isim olacaksınızdır. Karşı cinsten bir takım hastalar, tedavi süreçlerinde cinsel bir takım ayartıcı yaklaşımlarla tedavi sürecini bloke etmeyi amaçlayabilirler. Bu şekilde bir duygusal çağrışım içine girmeleri, hekimi böyle bir ilişki içine zorlamaları, tedavi sürecine karşı bir direnç olarak kabul edilebilir. Bu çerçevede aktarım özelliklerini bir tarafa bırakarak, dekolte kıyafetlerle oturuş pozisyonu ve tavırlarla hekimin ilgisini çekmeye çalışan, onun düşüncesini dağıtmaya çabalayan davranış şekilleri de direnç olarak adlandırılabilir.

4- Sekonder Kazanç

 
Grip olduğum zamanlar çok hoşuma giderdi. Çünkü bu zamanlarda rahat bir şekilde evde yatıyor, çalışma zorunluluğundan uzak kalıyordum. Nadiren elde ettiğim dinlenme dönemlerim oluyordu. Bunun da ötesinde eşim kahvaltımı yatağıma getiriyor, çok daha nazik oluyor, kızlarım halimi hatırımı soruyor, nane limon kaynatılıp gün boyu ikram ediliyordu. Bunlar bana hoşnutluk duygusu yaşatıyordu. Kendimi iyi hissettiğim halde işe başlamayı biriki gün ertelediğim bile oluyordu. Bunlar gribin bana kazandırdığı sekonder kazançlardı. 

Çocukluğumda bir gün baş ağrısıyla eve geldim. Anneme başım ağrıyor dediğimde, annemin çok paniklediğini fark ettim. Gündüz vakti hemen babama haber gönderildi, alelacele işinden evimize gelen babam beni apar topar doktora götürdü. Doktorun muayenesinden geçtikten sonra doktor; "endişelenecek hiçbir şey yok, sadece biraz güneş çarpmış, sokakta fazla oynamış" dedi. Doktordan eve doğru dönerken babam eğildi ve "oğlum, istediğin bir şey var mı?" diye sordu. Bu müşfik ifade karşısında ben ne isteyeceğimi düşündüm. Tulumba tatlısını çok severdim, "baba, tulumba tatlısı istiyorum" dedim. Babam en yakın tatlıcıya uğradı ve bana yiyemeyeceğim kadar bol tatlı aldı. O günden sonra ne zaman tulumba tatlısı canım çekse hep başım ağrırdı. Bu iş yıllar boyu böylece sürdü gitti. Hiçbir zaman da tulumba tatlısı alınmamazlık edilmedi. 

Ne zaman ki aklım ermeye başladı, hikâyenin annem ve babam tarafında olan kısmını dinleyince hakikati gördüm. Henüz 4–5 yaşında bir çocuk idim ve bir abim vardı. Abim günün birinde baş ağrısı şikâyetiyle eve geldiğinde ailem bunu önemsememiş ve ciddiye almamıştı. Ağrıların inatçı olması ve geçmemesi üzerine, aylar sonra doktora gidilmiş ve muayene yapılmıştı. Yapılan muayene ve tetkikler sonunda ağabeyimin beyin kanseri olduğu teşhisi konulmuş ve acilen Hacettepe tıp fakültesinde ameliyata alınmıştı. Ancak o zamanın teknik imkânları ağabeyimi kurtarmaya yetmemiş, abim ameliyat masasında kalarak vefat etmişti. Ağabeyimin cenazesi, cenaze merasimleri sisli hatıraların arkasında hatırladığım kötü hatıralardı. Bu olaydan birkaç yıl sonra benim baş ağrısıyla eve gelmem ve ailenin vermiş olduğu tepkinin ne anlama geldiğini o zaman fark ettim. Onların samimi duygularını bir sekonder kazanç olan tulumba tatlısıyla yıllarca istismar ettim. 

Orta Anadolu yöresinde hastalıklar, hastaneye yatmalar, özellikle planlı ve programlı yapılan cerrahi operasyonlar çok büyük önemi haizdir. Yaptığım gözlemlerde özellikle annemin, ablamın ve kız kardeşimin safra kesesi operasyonlarında ilginç sekonder kazançlar tespit ettim. Ailecek safra kesesi taşına sahiptik, birkaç yıl aralıklarla tüm aile bireyleri operasyondan geçti. Tüm orta Anadolu'da olduğu gibi operasyona yaklaşım tarzı hayli ilginç ve farklıydı; operasyonu kimin yapacağı, hangi teknikle yapacağı, anestezinin nasıl olacağı pek önemli değildi. Operasyonun özel hastanede, özel bir odada yapılması gerekiyordu. Özel odanın yatağının çarşaf ve yorganlarının evden getirilen özel materyalle donatılması arzu ediliyordu. Bunun için ön hazırlıklar yapılıyor, çarşaflar hazırlanıyor, çeyiz sandıklarından ev havluları çıkarılıyordu. Giyilmemiş gecelikler ve pijamalar servise hazırlanıyordu. Ameliyat sonrası ziyarete gelecek olan eş-dostların getireceği kolonyalar, pastalar ve eşyaların yerleştirileceği dolaplar hazır ediliyor, kimlerin ne getireceği ve nasıl getireceği tartışılıyordu. Küs olan akrabalar gelecek miydi, hastaya yakın olduğunu iddia edenler gerekli bakım ve ihtimamı gösterecekler miydi? Bunların hepsi turnusol kâğıdı gibi insanların renklerini ve kalitelerini belirleyecek ince ve nazik süreçlerdi.
Her şeyden önemlisi de ameliyat olacak şahıs tüm bunları belirleyecek olan tek mutlak otoriteydi. Hayatında o güne kadar sözü dinlenmemiş, adam yerine konmamış, çoğu zaman aşağılanmış olan hanımlar, buldukları bu güç ve iktidar alanını doyasıya kullanacaklardı. Süreç buna uygun işledi. Akrabalarımın operasyonlarında, operasyonun hayati tesirinden ziyade bu ilişkilerin önemi ön plandaydı. Ameliyatın birkaç saatlik narkoz etkisinden sonra yoğun bir sekonder kazanç kullanımı her yerde kendini gösteriyordu. Ameliyattan çıkmış olan hasta sık sık emir ve talimatlar yağdırmakta, başının altındaki yastığın şeklini üç dakikada bir değiştirmeyi arzu etmekteydi. Nekahet dönemi oldukça uzun sürdürülmekte, evdeki bir ajan olarak gözlemlediğim annem ve ablalarım ortalıkta haldır haldır dolanırken kapı zilleri çalınca kendilerini hasta yatağına atmakta ve hasta yoklamaya gelecek olan misafirlere karşı duygu sömürülerine devam etmekteydiler. 

Yukarda bahsetmiş olduğum gibi toplumsal anlamda aşağılanmış ve dışlanmış kişiler, kendilerini saygın hissettikleri durumlarda bu konumlarını muhafaza etmeye çalışmaktadırlar. Hastalıklar bunun için biçilmiş kaftan gibidir. Organik hastalıklarda hastalıktan böyle sekonder kazanç elde edilirken benzer durum ruhsal rahatsızlıklar için de söz konusudur. Herhangi bir şekilde ruhsal bir rahatsızlıkla etiketlenmiş olan bir birey, bir taraftan bu ruhsal rahatsızlığın acısını yaşarken diğer taraftan bir takım sorumluluklardan uzak kalmakta, rahatsızlığını bahane ederek bu sorumlulukların altına giremeyeceğini ifade etmektedir. Bu sorumluluklar bazen kişiye o kadar ağır gelmektedir ki bunu yapmaktansa ruhsal rahatsızlığının devamını yeğ tutmaktadırlar. 

Askerlikten çok korkan bir depresyon, bir obsesif kompulsif veya anorektik (nörolojik ve psişik nedenli yemek yememe hastası) bir hasta askere gitmemek için hastalığını devam ettirmekte, iyileşmeye karşı direnç gösterebilmektedir. Üniversite sınavlarına hazırlanarak başarılı olma mecburiyeti olan bir genç, ailenin ve toplumun kendisinden beklediği bu performansı gerçekleştiremeyeceği korkusundan, elindeki ruhsal bir rahatsızlığa daha sıkı sarılabilmektedir. Panik bozukluk nedeniyle bize gelen bir kısım hastalarımız da bu rahatsızlığın kendilerine vermiş olduğu sekonder kazançları kullanarak tedaviye direnç geliştirebilmektedirler. Rahatsızlığı nedeniyle bize müracaat eden hastalarımızın bir kısmı üniversite sınavına girme, çalışarak para kazanma, evde bir takım yükümlülükler üstlenme, askere gitme gibi sorumluluklardan uzak kalabilmektedirler. Ayrıca rahatsız olduğu dönemler itibariyle mağdur ve mazlum duruma düştüklerinden dolayı herkes onlara el uzatmakta, yardım etmekte; ilgi ve alaka odağı olmaları, ayrıca da diğerlerinin kendilerinden hiçbir şey beklememeleri onların sorumsuz bir hayata devam etmelerine neden olmaktadır. Tüm bunlar sekonder kazançlar vasıtasıyla ortaya çıkan yapılardır. Bütün bunlar, hastalıkların tedavisinde karşılaşılan dirençlerin içinde yer alan sekonder kazançlara örnek olarak verilebilir. 

Obsesif kompulsif şikâyetler nedeniyle bize başvuran birçok erkek genç hastamızda yoğun mücadelelerle onların rahatsızlıklarını tedavi etmeye çalışıyorduk. Ancak bir takım hastalarımızda yoğun dirençle karşılaştık. Hastamıza yaklaştığım tüm tedavi süreçleri başarısızlığa uğruyor, sanki bir duvara tosluyordu. Daha detaylı yapılan incelemelerde, hastalarımızın rahatsızlıkları nedeniyle askerlikten erteleme aldıkları, güneydoğudaki savaş hali nedeniyle ölüm korkuları geliştirdikleri ve askere gitmekten kaçındıkları tespit edilmiştir. Ruhsal rahatsızlıkları, askere gitmelerini engelleyen bir kalkan görevi görmekteydi. Bu rahatsızlığı olan hastalar askerliği açısından hemen çürüğe çıkarılmamakta, takibe alınmakta, genellikle üç kere üst üste rapor alan hastalarımız ancak çürüğe ayrılabilmekteydi. İlginçtir ki hastalarımız üçüncü yıllarını tamamlayıp çürüye ayrıldıktan sonra, çok kısa sürede toparlanmakta, obsesif kompulsif rahatsızlıklarıyla ilgili tedaviye cevap vermektedirler. Bu da göstermektedir ki bir taraftan rahatsızlık sürdürülürken rahatsızlığı iyileştirmeye yönelik tüm tedavilere, sekonder kazançların kaybedilmesi düşüncesiyle bilinçdışı süreçlerle karşı gelinmekteydi. Bu sekonder kazanç, hastalığın tedavisini engelleyen çok ciddi bir direnç olarak karşımıza çıkıyordu. Rahatsızlıkların tedavisinde bu tip sekonder kazançlar her zaman bilinçdışıdır ve kişi bunun idraki içinde değildir. Kişi belirli bir kazancı elde etmek için bu yola başvuruyorsa buna sekonder kazanç denmez, buna yapay bozukluk veya temaruz adı verilir.

5- Dil Sürçmeleri

 
Bilinçdışı, fırsat bulduğu her ortamda dürtülerini deşarj ettirmeye çalışır. Bilincin kaybolduğu, alkol ve uyuşturucunun etkisi altında kalındığı dönemlerde bilinçaltındaki materyal daha çıplak bir şekilde kendini ortaya koyar. Rüyalarda bu materyal, kişinin iç örgütlenmesine göre yukarıda bahsetmiş olduğumuz mekanizmalar perspektifinde deşarj yolunu dener. Zaman zaman da normal bir konuşmanın içerisinde, kişinin farkına varamayacağı şekilde kelimelerin yerlerine o kelimelere yüklediği anlamı deşarj ettirerek kendine bir çıkış yolu bulur. Kişi, çoğunlukla bunun farkında değildir. Karşı taraf vasıtasıyla uyarılırsa fark edebilir. Ufacık kelime, arkasındaki büyük yükü deşarj ettirme özelliğini haizdir. Bu tip dil sürçmelerini genellikle bir sevgilinin iç dünyamızda oluşturduğu yoğun duyguları yaşarken, eşimizle konuştuğumuz anda veya bir başka bayana hitap ederken; fonetik olarak bir benzerlik varsa kolaylıkla, böyle bir benzerlik yoksa nadiren hitap tarzı olarak sevgilimizin ismini kullanarak yaşarız. Mesela; 'sevim' yerine 'sevgi' denilebilir. 

Hastalarımızdan birisi günlük olayları bize aktarırken amcasıyla ilgili bir hatırayı nakletmekteydi. Amcası Anadolu'dan gelmişti ve onu İstanbul'da misafir etmekte, ağırlamaktaydı. Geçmişten kalan hatıralarında, amcasıyla ilgili pek hoş anıları yoktu. Ona karşı bilinç dışı bir tepki ve öfke hissediyordu. İstanbul'a geldiğinde hastasıyla yakinen ilgilenmiş, hastane koridorlarında onun için koşturmuş, ama karşılığında içten bir teşekkür bile alamamıştır. Kendi işleri aksamış, amcası artık evinde bir yük haline gelmişti. O gün ne yaptığı sorulduğunda yine amcasıyla ilgilendiğini ve hastaneye gittiğini, hastaneden amcasının 'otopsi' raporunu aldığını beyan etmişti. Ne raporu aldığı tekrar sorulduğunda 'biyopsi' raporunu aldığını ifade etmişti. 'Biyopsi' ile 'otopsi' kelimesi, fonetik olarak birbirine yakın kelimelerdi. Entelektüel düzeyi yüksek olan hastamızın biyopsi ile otopsi kelimesini karıştırması mümkün değildi. Zaten ikinci soruşumuzda doğal bir şekilde biyopsi cevabını vermişti. Hatırladığı bir önceki kelime biyopsiydi hâlbuki bize amcasının otopsi raporunu aldığını beyan etmişti; yani burada amcasını otopsi raporuyla öldürmüş olmaktaydı. 

Bir başka hastamızla iç görü yönelimli bir psikoterapi seansında yadsıma reaksiyonu üzerinde tartışıyorduk. Yakın dönemde babasını kaybetmiş olan bu hastamız bir takım gerçekleri yadsıyor ve algılayamıyordu. Konuyu bütün çıplaklığı ile tartışıp, kaçmasına imkân vermeyecek boyutlarda olayı aydınlığa kavuşturduktan sonra da anlayıp anlamadığını sorduğumuzda yüz ifadesi ve mimikle anladığını gösterirken ağzından çıkan kelime 'anlamadım' kelimesiydi. Hemen ardından "ama ben 'anladım' demek istemiştim" dedi. Bu kelimenin ağzından nasıl 'anlamadım' şeklinde çıktığına hayret etmişti. 

Borderline hastalarla yaptığım terapiler esnasında zaman zaman hastalarım bana sevgi ve övgü dileklerini ve isteklerini dile getirmeye çalışmaktadırlar. Ancak birçok hastamda bu sevgi ve övgü kelimeleri zaman zaman karışmakta, dil sürçmesiyle öfke ve yergi içeren kelimeler dökülmekteydi. Ben bunları fark etmekte, ama hastalarım bunları görmemekteydi. Bu kelimeleri öyle ifade ettiğini söylediğimde, bunun mümkün olmadığını, benim yanlış anladığımı iddia etmekteydiler. Terapilerimi video kayıt sistemiyle yaptığımdan, görüşmeyi geriye alıp bant kaydımdan izlettiğimde, şaşkınlıkla o kelimeyi nasıl ifade ettiklerini görmekteydiler. 

Dil sürçmelerinde, bilinç dışı dürtülerin kelime şeklinde deşarj yolları arayarak, yazma esnasında sürçmeyle farklı yazım şekilleri ve kelimeleri yazılabilmekte, otomatik davranışlar halinde bir takım davranışlar yanlışlıkla yapılabilmektedir. Misafirlerine çay ikramı yapmak isteyen bir gelin, çayı kayınvalidesine götürmesi gerekirken bir başkasına götürmekte veya kayınvalidesine götürürken çayı onun üzerine dökebilmektedir. Bu da göstermektedir ki sadece dille değil beş duyumuzla, fırsat bulunan her alanda sürçmeler ve hedef şaşırtmalar mümkün olabilmektedir. Sürçmeler ve çarpıtmalar, algısal motor ve zihinsel hayatımızın her alanında mümkündür ve olmaktadır. Yanlış yapılan her hareketin, her düşüncenin ve her eylemin arkasında bir çarpıtma bulunabilir.

6- Rüya ve Simgelerin Yorumu

 
Bilinçdışı istek ve arzular, rüya ve hayaller yoluyla deşarj yolu bulabilir. Rüyalar şifrelerle donatılmış mesajlar içerir. Her şeyden önce rüya fizyolojik bir fenomen ve ihtiyaçtır. Normal bir sekiz saatlik uyku periyodunda her birey ortalama her biri 15–20 dakika süren üç ya da dört rüya görebilir. Sekiz saatlik bir uykunun her iki saatlik döneminde rüyalı bir döneme girilir. Uyuyan bir bireyin rüya görüp görmediği, onu gözleyen biri tarafından farkedilir. Rapid Eye Movement (Rem), göz kürelerinin hızlı hareketlerine verilen isimdir. Uyku esnasında, gözler kapalıyken göz kapaklarının altındaki göz küreleri hareket etmeye başladığında birey rüyalı döneme girmiş demektir. Göz küreleri hareket ettiği müddetçe (ortalama 15–20 dakika) rüya da devam etmektedir. Tam bu esnada uyandırılan bir birey rüya gördüğünü ifade eder. 

Yapılan laboratuar çalışmalarında, uyuyan bireylerin Rem dönemlerine girdiklerinde uyandırılmaları halinde Rem'siz bir uyku temin edilmiştir. Ertesi günkü takiplerinde bir gün önce rüya gördürülmeyerek uyutulan bireylerin, o gün Rem dönemlerinin iki kat arttığı tespit edilmiştir. Şayet bireyler devam eden günlerde rüyasız bırakılırsa normal bir uyku durumuna geçtiklerinde Rem dönemleri bütün eksiklikleri kapatacak kadar uzamaktadır. Rem dönemi uzun süreli engellendiğinde bireylerin gündüz uyanık iken hayal gördükleri, halüsinasyon yaşadıkları tespit edilmiştir. Bu durum her sağlıklı insanda ortaya çıkabilmektedir. Hâlbuki uyanık iken halüsinasyon görmek psikotik bir bozukluktur. Bu da rüya görmenin insanın vazgeçemeyeceği fizyolojik bir ihtiyacı olduğunu ortaya koyar. 

Neden böyle bir ihtiyaç söz konusudur ve rüya nasıl bir fonksiyon ifa etmektedir; bu konuyla ilgili çok çeşitli iddialar ve tartışmalar vardır. Bizim burada ilgilendiğimiz sorun, rüyanın fizyolojik gerekliliği ve ne tür bir ihtiyacı karşıladığından ziyade psikolojik olarak rüyanın ne anlama geldiğini ve psikolojik olarak ne tür bir ihtiyaca cevap verdiğini araştırmak ve bunu yanıtlamaktır. 

Bir takım araştırmacılara göre rüyalar anlamsız, bağlantısız ve rasgele oluşan düşünce ve imaj akımlarıdır; hiçbir anlamı ve özelliği yoktur. Psikolojik yaklaşımlarda ise rüyalar farklı farklı değerlendirilebilmektedir. Davranışçı yaklaşım tarzına göre rüyalar, gün boyunca devam eden refleks kalıplarının izdüşümlerinin oluşturulması, netleştirilmesi ve hafıza kayıtlarının alınması ile ilgiliyken; bilişsel yapıda rüyalar bireyin kognisyonlarının aktif olarak çalıştığı ve sistemin yerleştirildiği bir süreci ifade etmektedir. 

Dinamik yapıda ise olay çok farklı bir perspektifte ve içerikte ele alınmaktadır. 'Rüyalar kral yoludur,' Freud böyle demektedir. Rüyalar bilinçdışında deşarj olmaya çalışan dürtülerin üstü örtülü bir biçimde, bazen çok özel simgelerle bazen çok özel şifrelenmiş kodlarla deşarj olmasını temin eden bir yapıdır. Bilindiği gibi ruhsal aygıtımızda deşarj olmaya çalışan güçler ile bunları engellemeye çalışan güçler arasında büyük bir savaş söz konusudur. Bu savaşta zaman zaman engelleyici güçler olaya hâkim iken zaman zaman da deşarj olmaya çalışan güçler hâkim olmaktadır. Engelleyici güçlerin yoğun ve fazla olduğu durumlarda dürtülerin aşırı oranda bastırılması ve deşarj yolu bulamaması iç dünyamızda bulantı ve sıkıntıya sebep olur. Bulantı ve sıkıntının artması bir patlamanın veyahut da bir patolojinin öncü belirtileridir. İçeride birikmiş olan bu enerji, bir şekilde deşarj edilmelidir. Rüyalar bunu temin eden temel mekanizmalardır. Rüyalar vasıtasıyla bu dürtüler, öncelikle açık bir şekilde deşarj yolu bulur ve kendilerini ifade ederler. Ancak dürtülerin bu şekilde açıkça ifade edilmesi ego ve süperego güçleri tarafından kabul edilemez bulunursa sansür mekanizmaları devreye girebilir. 

İşte dinamik yapı, sansür mekanizmalarının hangi aşamada, ne tür yöntemlerle ve nasıl faaliyete geçtiğini inceler ve bu sistemi deşifre etmeye çalışır. Bu andan itibaren hikâye tamamen farklılaşmaktadır. Bir dürtü rüyada, fincancı katırlarını ürkütmeden kendine deşarj yolu bulmalıdır. Bu da çok zor ve zahmetli bir şeydir. Dürtü hem kendini ifade edecek hem deşarj yolu bulacak hem de egoyu, gerçekliği ve süperegoyu rahatsız etmeyecektir. İşte olmayacak olan bu işi, rüyalar çok başarılı bir şekilde gerçekleştirebilmektedir. Dürtünün kendini açıkça ifade etme derecesiyle, engelleyici güçlerin engelleme derecesi veya yargılama dereceleri arasında zıt bir korelasyon vardır. Engelleyici güçlerin kabullenilme oranı yükseldiği oranda rüyanın içindeki dürtü kendini daha açık bir şekilde ortaya koyarken; engelleyici güçlerin yargılayıcı ve bastırıcı tarafları yükseldikçe dürtünün rüyadaki temsilcisinin şekil değiştirmesi, kılıf değiştirmesi ve kendisini saklama oranı o derece artmaktadır. 

Bir rüya nasıl oluşur 

Her rüyanın bir senaristi vardır. Bu senarist, id ile ego arasında duran, id'in yapısından da egonun yapısından da haberdar olan, iki tarafı da gözlemleyen ve gözetleyen farklılaşmış bir ego parçasının görevidir. Yani her rüyanın yazarı kişinin kendisidir. Rüyadaki her figür, her sahne, her cümle, her duygu egonun bu parçası tarafından özenle seçilerek hazırlanmış, yazılmış ve uygulamaya konulmuştur. Rüya, yazılması çok zor, içinde çok ciddi yapılandırmalar barındıran kompleks ve karmaşık bir senaryodur. Bu senaryonun senaristi çok akıllı, çok zeki, çok planlayıcı ve gelecek hamleleri önceden tayin edebilecek yetenektedir. Her insanoğlunda da bu yetenek vardır. Rüyanın içeriği senarist tarafından belirlendikten sonra bir kurgu oluşturulur. Senaristin amacı hiçbir gücü ürkütmeden bilinçdışında deşarj olmaya çalışan dürtülere çıkış yolu sağlamaktır. Bir dürtü temel içerik olarak alındıktan sonra kurgusal bir zemin hazırlanır. Buna bir mekân denilebilir. Mekânın üzerine bir zaman giydirilir. Zaman ve mekânın buluştuğu noktada çeşitli figüranlar görevlendirilebilir. Figüranların seçimi ve rol dağıtımı tamamen senarist tarafından hazırlanmış bir programa göre yapılır. Figüranlara oynatılan her rol ego tarafından bilinçli, amaçlı ve bir hedefe hizmet etmek amacıyla verilmiştir. 

Senaryonun hazırlanmasını hiyerarşik bir zeminde tartışabiliriz. Senarist öncelikle çıplak bir senaryo hazırlar, dürtü açık ve nettir. Hedefine doğrudan gider. Bu bir cinsellik veya bir saldırganlık ya da bir haz arayışı olabilir. Bu senaryo birinci sansür heyetine gönderilir; sansür heyetinde bu senaryo, tehlikeli olup olmayacağı ve içteki dengeleri bozup bozmayacağı ile ilgili değerlendirmelere tabi tutulur. Sansür heyeti bu senaryonun tehlikeli kısımlarını belirleyerek oraların bir işleme tabi tutulmasını ister. Sansür heyetinin, senaryonun tehlikeli olan kısımlarını nasıl bir sansüre tabi tutacağı ve ne tür yöntemler kullanacağı bugün için belirlenmiş durumdadır. Bir rüyanın çeşitli aşamalarında aşağıdaki şekillerde dürtüyü saklamaya yönelik sansür mekanizmaları devreye girer.

1. Rüyanın esasını cürufla saklama

Her rüya bir öz ve bir esas içerir. Rüyanın kurgulanmasının temel amacı ise bu özü ifade etmektir. Esasın tehlikesine, sansür heyetinin vermiş olduğu gizlilik derecesine göre rüyanın üzeri, esası ve özü saklayacak şekilde sanki moloz yığını ile örtülmüş gibi görüntü ve fragmanlarla doldurulur. Özü saklama amaçlı bu kabuk kısmının hiçbir özelliği yoktur; bu kısım, dolgu maddesidir. Dolgu maddesinin seçiminde de kendine has bir takım özellikler ve yararlılıklar bulunmaktadır. Bunu daha sonra tartışacağız. Rüya içeriğinin tehlikesinin şiddet derecesi oranında rüyanın gereksiz materyalinin veya cürufunun çoğaldığı ve hedef şaşırtıldığı gözlemlenmektedir. Rüyada açık ve net olan, rahatça gözlemlenen, bilinen ve hissedilebilin şeyler rüyanın esası ve özü değil, egonun bilinçli kısmının dikkatini çekmeye yönelik gereksiz malzemelerdir.

2. Rüyada flûluk ilkesi

 
Rüyada açık ve net görülen, hissedilen ve algılanan materyal; ego, gerçeklik ve süperego için yeteri kadar tehlikeli olmayan malzemelerdir. Görüntü ve algı flûleştikçe tehlikenin şiddet derecesi artmaktadır. Bir rüya içeriğinde geçiştirilen, tam görülemeyen ve flû olarak algılanan bölümler rüyanın esasını veya özünü barındırır.

3. Rüyanın duygu ilkesi

 
Flûleşen bölgeler, geçiştirilen kısımlar imaja ve algıya dönüşemeyen kısımlardır. Fakat ilginçtir ki flûleşen kısımlara odaklanıp, bireyin ne hissettiği sorulduğunda, o karanlık bölgeden nasıl bir duygu aldığı sorgulandığında kişi görmediği, duymadığı ve algılayamadığı şeyi çok net bir şekilde tanımlayabildiğini fark eder. Arkasından birisi kovalamaktadır ama onu görememektedir. Verilen rüya materyali bu kadardır. Doktor sorar: "Arkadakini gördün mü, kim o?" Hasta cevap verir: "Bilmiyorum", doktor yine sorar: "Arkandan gelen kadın mı erkek mi?" Hasta: "Büyük ihtimalle erkek" der. Doktor sorar: "Bu erkek yedi yaşındaki bir çocuk mu, yetmiş yaşındaki bir yaşlı ihtiyar mı?" Hasta: "Hayır, orta yaşlarda" der. Doktor sorar: "Bu orta yaşlı erkek, hasta ve yürüyemeyen cılız birisi midir?" Hasta: "Hayır, güçlü ve atletik birisi" der. Doktor: "Bu adam çok iyi niyetli ve sana bir hediye vermek için geliyor arkandan, değil mi?" der. Hasta cevap verir: "Hayır, bana kötülük yapacak, onu hissediyorum" der. Doktor sorar: Sana hayatta daha önce böyle bir kötülük yapan birisi oldu mu?" Hasta birden bire fark eder: "Çocukluğumda bana cinsel taciz yapan adam buydu" der. Rüyada en önemli tercüme, duyguların ve hislerin tercümesidir. Görüntü aldatıcıdır.

4. Rüyada deformasyon ilkesi

 
Rüyada açık olarak ortaya konan mesaj engelleyici güçler tarafından sıkıntı olarak hissedilecekse rüyanın o kısmına deformasyon yapılabilir. Deformasyon iki şekilde yapılır: a Objenin belirli bir bölgesinin flûleştirilmesi, b Objenin belirli bir bölgesinin değiştirilmesi. Ödipal çatışması olan bir genç rüyasında orta yaşlı bir hanımla cinsel ilişkiye girdiğinden ve ardından sıkıntı hissettiğinden bahsetmektedir. Hanımın nasıl bir hanım olduğundan bahsetmesi istendiğinde; bu hanımın yüzünün olmadığından, yüzünün görülmediğinden bahsetmektedir. Burada yüz flûleştirilmiştir; çünkü yüz tehlike arz etmektedir. Muhtemelen bu yüz ensest özelliği haiz birisini simgelemektedir. Objenin şekil değiştirmesinde belirgin bir kısmı veya özelliği, ilgisiz bir figürle deforme edilir. Vücut birisine benzerken yüz ilgisiz birine benzeyebilir. Bu çok çeşitli boyutlarda ve derecelerde meydana gelebilir.
Bir hastamız, çok sevdiği eşinin ilgisizliğinden yakınmakta, aynı zamanda ona karşı yoğun öfke duymaktadır. Âşık olduğu bir insanın kendisine ilgisiz kalması onu çılgına çevirmekte ve yoğun bir öfke krizine sokmaktadır. Rüyasında eşinin vücudunu görmektedir; ancak eşinin vücudunun üzerinde kayın validesinin başı durmaktadır. Kayın validesi ile de arası pek iyi olmayan bu hanım rüya boyunca kayın validesine hakaretler yağdırmakta ve ona şiddet uygulamaktadır. Bu hastamızın yapılan analizinde bütün öfkesinin eşe karşı yoğunlaştığı fakat rüyanın bu şekilde uygulamaya sokulması halinde sıkıntı derecesinin aşırı artacağı kaygısıyla bu kısmın deforme edildiği görülmüştür. Eşinin başı değiştirilmiş onun yerine kayın validesinin başı getirilmiştir.

 

 

7-) İçgörü

İnsanı hayvandan ayıran temel unsurlardan biri de idrak etmek, farkında olmak veya içgörü sahibi olmak şeklinde ifade edilmektedir. İnsanoğlunun idrakini, farkındalığını veyahut da iç görüsünü bütüncül perspektiften inceleyecek olursak onun, zihinsel yapının gelişimiyle ilgili birçok aşamalar içerdiğini görürüz. İdrakin oluşabilmesi için bireyin zekâ seviyesinin, idraki oluşturabilecek kapasitede olması gerekir. Bunun da kaynağı biyolojik ve genetik yapımızla ilintilidir. Doğuştan getirdiğimiz materyalde zekâ seviyemizin yeterli olmaması durumunda, idrak ve farkındalığımız da o oranda düşük olacaktır. Bu çalışmamızın ilk sayfasından bu noktaya kadar olan kısımlarda, ruhsal yapının nasıl şekillendiğini, nasıl oluştuğunu, nasıl örgütlendiğini ve sebep-sonuç ilişkisinin ne şekilde ortaya çıktığını, mümkün olduğu kadar anlatmaya gayret ettik. Tüm bunları göz önünde bulunduracak olursak çok farklı idraklerden, farkındalıklardan veya iç görülerden bahsetmek mümkündür. Ancak biz mümkün olduğu kadar bu yapıları sınıflandırmaya, belirli bir eksenle izah etmeye çalışacağız.

Farkındalığın ve idrakin oluşabilmesi için zekânın yanında dikkat edebilme, irade edebilme, düşünebilme, hafızaya kaydedebilme, hafızadan geri çağırabilme, mantık yürütebilme, kıyas yapabilme gibi beynimizin zihinsel-entelektüel fonksiyonlarının bir bütün olarak ahenkli bir şekilde çalışması gerekmektedir. Bunlardan biri veya birkaçının çalışmaması, eksik çalışması, ters çalışması ya da ahenkli bir şekilde çalışmaması sonucunda idrak etmenin ve farkında olmanın yani bilinçlenmenin mümkün olmadığını veya çarpık bir tablonun oluştuğunu görmekteyiz.

Ruhsal gelişim evrelerinde zihinsel yapımız bir gergefin işlenmesi gibi lif lif, adım adım işlenerek bir mantıksal örgü beynimize, zihnimize hâkim kılınmaya çalışılmaktadır. Hayatımızda somut düşünceden soyut düşünceye ve modelleme ve şablonsal algılamadan iradî tercihe dayalı algılama ve seçiciliğe giden bir süreç yer almaktadır. Tüm bunların normal bir seyir içerisinde geliştiğini, ruhsal gelişim evrelerinin sağlıklı bir şekilde geçirildiğini kabul edersek konumuz olan idrak, farkındalık ve iç görünün ne demek olduğunu daha farklı bir bağlamda ele almış oluruz. İdrakin, farkındalığın ve iç görünün varlığından bahsedebilmek için nesne ilişkilerinde bireyin belirli bir olgunluk derecesine ulaşması, bazı olayları tecrübe etmesi, bazı olayları gözlemlemesi, bazı olaylardan da kıyas yoluyla akletmek suretiyle sonuçlar çıkarabilecek bir seviyede olması gerekir. Bunların oluşabilmesi için de kişinin yaygın ve/veya örgün bir eğitimden geçmesi ve yaşadığı ortamın, eğitim düzeyine uygun olması öncül şart gibi gözükmektedir.

Bir aile içerisinde yetiştirilen bir çocuğun, belirli nesne ilişkileri gösterilmeden, tecrübe ettirilmeden, soyut olarak onların varlığını algılayabilecek bir zihinsel kapasiteye ulaşmadan o konularla ilgili idrak ve farkındalığını artırabilmesi veya iç görüde bulunabilmesi mümkün değildir. Ancak toplum içine girmiş, soyut düşünceyi geliştirebilmiş ve olaylar arasındaki bağlantıları kurabilecek bir kapasitedeki bir bireyin kendi zihinsel seviyesi ve yaşam alanına uygun bir şekilde idrak etmesi, farkındalığının oluşması veya iç görüsünün bulunması gerekli görülmektedir. Kişinin farkındalığını ölçebilmek için onun zekâsı, eğitim düzeyi, yaşadığı sosyal çevre çok iyi bilinmeli ve o bağlamda kişiye yaklaşılmalıdır. Tıbbi muayeneler yapılırken ve kişinin oryantasyonu ve işbirliği incelenirken sorulan sorular kişinin sosyo-kültürel, eğitimsel ve zekâ durumuna göre yapılmalıdır. Bu kapasitelerin gelişmişliği oranında farkındalık düzeyinden veya iç görüden bahsedilebilir. Kişinin zekâ seviyesi düşükse, sosyo-kültürel yapısı aşağı ise ve eğitimden mahrum bırakılmış ise idrak etme, farkında olma veya iç görüsünü derinleştirme imkânı çoğu zaman kısır kalacaktır. Bunların tersi durumlarda ise kişi daha şanslı gözükmektedir.
Ruhsal rahatsızlıkların tedavisinde iç görüyü artırmaya yönelik ve farkındalık düzeyini yükseltmeyi amaçlayan çalışmalara ve terapi şekline iç görü yönelimle psikoterapiler ismi verilmektedir.

İnsan zihni birbirinden kopuk, bağlantısız ve kaotik bir düşünceye sahip değildir. Yaptığı her eyleme, yürüttüğü her fikir çalışmasına bir anlam yüklemek ve mantıksal bir kalıp vermek zorundadır. Beynimizin genetik çalışması bizi buna zorunlu kılmaktadır. Anlam yükleme, açıktan bir takım sebep-sonuç bağları kurmakla yapılabildiği gibi, soyut anlamda ‘bu yapılanda bir hikmet vardır’ anlayışı perspektifinde bu yerlere gönderme yapılarak da yürütülebilir. Veyahut ruhumuzun bir tarafını temsil eden büyüsel düşünce (magic thinking) gibi gizemsel bir izah tarzı getirilebilir. İster determinal bir bağlantı, ister hikmet arayışı, isterse de gizeme olan bir köprü olsun hepsinde kurgulanmış bir mantık arayışının izlerini görmek mümkündür. Bu mantıksal kurgunun olmadığı bir zeminde kaos ve psikoz söz konusudur. İşte bu bağlamda bize başvuran hastalarımızda terapi seçeneklerini düşünürken ve hastamıza hangi seçeneklerin uygun geleceğini tespit ederken tüm verileri gözden geçirmek zorundayız.

Bu bağlamda davranışçı terapi, temelindeki fikrî arka plan fazla dikkate alınmadan, sadece davranışçı şartlanmalar üzerine odaklanmış, böyle bir mantığı ön plana çıkarmış bir tedavi anlayışını içeren tekniklerdir. Otorite konumundaki doktor, hastaya bir takım talimatlar ve ev ödevleri vererek alıştırmalarla tedaviyi sürdürmeye çalışır. Böyle bir tedavide idrakten bahsedilebilir ve yaptığı şeyin nasıl bir sonuç yaratacağı ile ilgili farkındalık oluşturulabilir ama bunun çalışma sistematiği ile ilgili bir iç görüden bahsedilemez. Çünkü buradaki olay modelleme suretiyle bir davranışı taklit etmek ve yapmaktır. Köpek fobisi olan bir bireyi, aşama aşama köpeğe yaklaştırıp duyarsızlaştırma böyle bir tedaviye örnektir. Böyle bir tedavide iç görüden bahsetmek söz konusu değildir. Ama yapılan tedavinin mantığını anlatmak yani hastaya bu konuda idrak sağlamak veya farkındalığını temin etmekten bahsedilebilir.

Bilişsel terapide ise davranışçı bir modellemeden veya idrakten öte zihindeki bilginin nasıl işlemlendiğine odaklanılır: Birey bir olay karşısında nelere dikkat etmekte, nasıl düşünmekte, bu otomatik düşünce nasıl faaliyet yürütmekte, bunlara bakılmaktadır. Her bireyin nesne ile ilişkilerinde farklı fikir yürütme kalıpları veya yolları söz konusudur. Nesne ile iletişim ancak bu düşünce yolları üzerinden yapılabilir. Alışıla gelmiş veya öğrenilmiş olan bu düşünce tarzı kişiyi zaman zaman ruhsal rahatsızlıklara götürür. Kişiye nasıl düşündüğünü, bu düşünce tarzının kendisini nasıl hasta ettiğini mantıksal bir bağlamda aktardığınızda ve bunu yakalamasını temin ettiğinizde kişinin kendi düşünce ve bilinci üzerindeki farkındalığını artırmış olursunuz.

Buna bir örnek verecek olursak sosyal fobisi olan bir şahıs, grup önüne çıkıp bir konuşmayı başlatamamaktadır. Olaya nasıl baktığını ve düşündüğünü incelediğimizde ilgisiz bir düşünce şeması karşımıza çıkar. Bu şahıs muhtemelen şöyle düşünmektedir: ‘Grup karşısında konuşurken mutlaka hata yapacağım, yanlış konuşacağım veya bildiklerimi unutacağım; insanlar bu duruma bakarak benimle alay edecekler, dalga geçecekler, kendimi aşağılanmış ve küçülmüş hissedeceğim; insanlar beni reddedecekler, bir daha beni adam yerine koymayacaklar; reddedilmek ve dışlanmak bana dayanılmaz bir acı verecektir, insanların beni reddetmesi kadar kötü bir şey olamaz, bu nedenle insanların karşısına çıkıp asla konuşamam’ diyebilmektedir. Bu mantıksal süreç tamamen hatalar ve çarpık yorumlarla doludur; keyfi çıkarsamalar ve genellemelerin görüldüğü, bilgi işlemedeki hatalı bir süreçtir. Bu düşünce zincirinin halkaları ve düşünce matematiği, bireye aşama aşama sindirile sindirile gösterilip farkındalık düzeyi artırılır. Hemen yanı başında bu bireye kendisini daha sağlıklı kılacak alternatif bir düşünce modeli gösterilir. Bu alternatif modelin aşama aşama nasıl uygulamaya sokulacağı ve diğer yanlış modelin üzerine nasıl ikame edilip bindirileceği sonraki terapi süreçlerinde aşama aşama aktarılır. Burada yapılan, büyük oranda bireyin, düşüncesi üzerindeki sistematik çalışmayı görmesini, olumsuz düşünceleri yakalamayı öğrenmesini ve düşüncenin şemalarını fark etmesini sağlayan bir tedavi programıdır. Kişi burada büyük oranda düşüncesi üzerindeki farkındalığını artırarak onu değiştirebilme yetisini kazanır. Farkındalık arttıkça kendini tanıma ve anlama konusundaki içgörüsü de genişlemiş olmaktadır.

Bireyin dinamik bir terapisinden bahsediliyorsa bu, kitabımızda bahsettiğimiz tüm dinamik süreçleri içine alan bir sanal programın fark edilmesi ve bunun ayak izlerinin takip edilmesine dayanmaktadır. Dinamik terapi, klasik analizden başlayarak kısa dönem iç görü yönelimli dinamik psikoterapi programlarına kadar giden geniş bir yelpazeyi içerir. Burada özellikle vurgulamak istediğimiz kısım dinamik terapide kullandığımız iç görünün ne olduğu ile ilgilidir.

İç görü, dinamik yaklaşım anlamında kişinin kendi bireysel varoluşunu kavraması; id, ego ve süperego arasındaki bağlantıları idrak etmesi; bilinçdışı ile iletişim kurabilmesi; bilinçdışının mesajlarını (rüya, lapsus, serbest çağrışım) okuyabilmesi; oral, anal, fallik, latent ve diğer dönemlerdeki ruhsal gelişim evrelerinin Bugünkü kesitten görünümlerinin veya tezahürlerinin farkına varılması ile ulaşılan tüm sürece verilen isimdir. Klasik analiz, iç görüden ziyade boş bir ekran olarak var olan analistin şahsında bir orta oyununun sahnelenerek duygusal bir değişimin yaşanma hikâyesidir. Kişinin egosunun veya mantığının bu işe fazla bir katkısı yoktur. Bilakis ego ve mantık devre dışı bırakılarak, bilinçdışında deşarj olmaya çalışan dürtülerin önü açılarak bilinçli olmasına çalışılır. Bu şekilde varlığını sürdüren engellenmiş dürtüler kendilerini ifade ederek deşarj yolu bulduğunda tedavi prosedürü de kendiliğinden ortaya çıkmış olur. Analist zaman zaman yorumlarıyla bu süreci sürdürebilir.

İçgörü yönelimli dinamik psikoterapide ise olay tamamen egonun ve bilinçli düşüncenin denetiminde, olan biteni fark etmeye dayanmaktadır. Kişi ruhsal yapısındaki mekanizmaları keşfettikçe ve fark ettikçe onlar üzerindeki denetimi ve hâkimiyeti güçlenir. Bilinmezlik, belirsizlik ve kaos karşısında şaşkına düşmüş olan ego ve mantıklı düşünce, dürtülerin bu istilası karşısında bunları anlamlandırabilecek, belirleyebilecek ve mantığını ortaya koyabilecek bir farkındalığı yakaladığında hastalığı da kontrol edilebilir hale gelmekte ve onun yerine yeni mekanizmalar kurabilmektedir. Bu da içgörü yönelimli psikoterapinin çalışma şeklidir.

İçgörü yönelimli dinamik psikoterapi, hastaya öncelikle hastalığı ile ilgili bir çerçeve çizer. Bütün tedavi prosedürlerinde olduğu gibi hastaya hastalığı ile ilgili bir formülasyon oluşturur. İçgörü yönelimli bir psikoterapiyi yönetebilmek için hekimin hastasını çok iyi dinlemesi, anlaması dinamik açıdan rahatsızlığı kavramsallaştırması ve bir hastalık formülasyonuna ulaşması gerekir. Ardından kavramsallaştırılan bu hastalık formülasyonuna uygun bir tedavi prosedürü oluşturulur. Bu aşamadan itibaren hekimin ruhunda hastalığın psiko-patolojik gelişimi, seyri ve tedavi prosedürü netleşmiştir. Tedavi programı aşama aşama hastaya verilmelidir. Hastadan alınacak olan geri bildirimler sayesinde tedavi prosedürü ve formülasyon ile ilgili bir takım yeni düzenlemeler ve düzeltmeler yapılabilir.

Hekimin zihninde canlanan hastalık yapısının matematiksel zinciri, bir şekilde hastaya aktarılmalıdır. Kendi uygulamalarımızda hastalarımıza bu durumu bir metaforla anlatmaya çalışmaktayım: “Şu anda benim karşıma geldiniz, paniklisiniz, anksiyeteniz, korkunuz, bir takım fonksiyonel bozukluklarınız var. Bu sıkıntılarınız nedeniyle ruhsal hayatınız çok kötü durumda, hayattan zevk alamıyor, bunaltı ve sıkıntının içinde kıvranıyorsunuz. Çoğu zaman başvurduğunuz çözüm yolları çıkmaz sokağa dönüşüyor veya çaldığınız kapılar ya açılmıyor veya yüzünüze kapanıyor. Bu durumda kendinizi zifiri karanlıkta bir orman içerisinde yürürken hissediniz. Bu vahşi ormanda her taraftan köpek havlamaları, kurt ulumaları geliyor. Vahşi hayvanların nefesini sanki ensenizde hissediyorsunuz; şu anda yaşadığınız hastalıkta durum buna benziyor. Hangi canavarın ne zaman, nerenizden ısıracağını bilemiyorsunuz. Hep tedirgin, tetikte ve korku içerisinde bekliyorsunuz. İşte bu aşamada ben size yardımcı olacağım. İçgörü yönelimli dinamik psikoterapi bağlamında sizi bu vahşi ormandan çıkaracağım. İlk etapta ormanın içerisinde, bu zifiri karanlıkta yürürken ormanın her tarafını aydınlatan ışıkları yakacağım. Karanlık orman aydınlanacak. Göreceksiniz ki orman içerisinde, etrafınızda birçok köpek veya kurt havlamakta veya hırlamaktalar; ancak tüm bu hayvanlar etrafınızdaki ağaçlara çeşitli uzunluklardaki zincirlerle bağlanmış durumdalar. Siz o hayvanlara yaklaşmadığınız müddetçe, o hayvanların size ulaşması mümkün değildir. Tabloyu bu şekilde gördükten sonra hayvanların size zarar veremeyeceğinden emin olacaksınız. Bu da sizde büyük bir rahatlık yaratacak. İşte size vereceğim tedavi programında hastalığınızın içyapısını kavrayıp iç görüsünü geliştirdiğinizde, içerisinde size zarar verebilecek faktörleri; yani orman içerisindeki hayvanların yerini ve zincirin uzunluklarını çok net algılayabileceksiniz. Onlara yaklaşmadığınız, onları kışkırtmadığınız müddetçe bu hayvanların size zarar vermesinin mümkün olmadığını göreceksiniz. Bu durum sizde büyük bir rahatlama sağlayacaktır.”

Bu aşamaya kadar varacak olan bir tedavi programında bireye rahatsızlığının mekanizmaları, oluşum şekli ve görüntüleri anlatılmış olacaktır. Hastanın zekâ ve sosyo-kültürel seviyesine göre yapılacak olan bu açılımlar, hastanın bilinmezlik ve belirsizlikten doğan kaygısını kontrol altına almayı temin edecektir. Klinik çalışmalarımızda, yoğunlaştırılmış terapi programına aldığımız hastalarımızda hastalıklarının nasıl ortaya çıktığını ve hangi mekanizmalarla faaliyet gösterdiğini anlattırıp bu bilgileri kendi hayatlarıyla ilişkilendirdiğimizde hastalarımızda büyük bir iç görü ve farkındalık gelişmektedir. Kendi bireysel, sağlıklı yanları ile hastalıklı tarafını ayırabilmekte ve hastalığı ile mücadeleye başlayabilmektedir. Artık birey ne ile savaştığını, nasıl bir güç ile karşı karşıya kaldığını, karşıdaki düşmanın savaş stratejilerini ve gücünün ne olduğunu çok iyi bilmektedir. Bu durumda da kaygılanacak bir şey yoktur. Bu aşamaya kadar hastamıza sadece hastalığı ile ilgili bilgilendirme yapılmış, bir hastalık formulasyonu ortaya konmuş ve bunun mantıksal gelişim zinciri gösterilmiştir. Yaptığımız çalışmalarda 15 günlük yoğunlaştırılmış terapiye aldığımız hastalarda sadece böyle bir eğitim ve formulasyonun hastaya aktarılması ve kendi hayatıyla ilişkilendirilmesi anlık ve sürekli kaygı düzeylerini % 50–70 arasında azaltmıştır.

İç görü yönelimli dinamik psikoterapide hastaların kendi hastalıklarının oluşum ve gelişim sürecini kavramaları tedavi için yeterli değildir. Metaforumuza tekrar dönecek olursak orman içinde bir ışık yakmakla yani hastalığın gelişim seyrini ve sürecini onlara göstermekle tehlikenin nasıl, nerede ve ne boyutta olduğunu anlatmış olmuyor, fakat hastalığı aktive eden dinamiklerin ne olduğunu onlara göstermiş oluyoruz. Hastalığı aktive eden dinamikleri uyarmadığı müddetçe herhangi bir surette tehlikenin mümkün olmadığını onlara göstermeye çalışıyoruz. Bu aşamadan sonra ormandan kaçıp kurtulmak değil orman içerisindeki köpeklerin ıslah edilerek, eğitilerek bize yararlı birer bekçi köpeği haline dönüştürülmeye veya evcilleştirilmeye çalışma süreci başlamaktadır. Bu aşamadan itibaren de iç görü yönelimli dinamik psikoterapi ve diğer psikoterapi yöntemleri birleştirilerek bütüncül yaklaşımla süreç devam ettirilmektedir. Haftalık görüşmelerle sürdürdüğümüz bu terapi süreçlerinde hastalığa neden olan saldırgan köpeklerin evcil ve yararlı köpekler haline dönüştürülmesine çalışılmaktadır. Yani iç dünyamızda bize zarar veren bir takım savunma mekanizmaların daha olgun ve daha sağlıklı mekanizmalara döndürülmesine çalışılmaktadır. İçsel dinamiklerin bağlantıları yeniden kurgulanmakta ve onlar üzerinde yeniden yapılandırılma çalışmaları sürdürülmektedir. Bu süreçler anksiyete bozukluklarında patolojinin şiddet derecesine göre ortalama bir yıl sürerken kişilik bozukluklarında bu süreç ortalama iki yıl sürmektedir.

İç görü yönelimli dinamik psikoterapi yöntemiyle tedavi yapmaya karar verdiğimiz bir obsesif kompulsif vakasında iç görünün nasıl çalıştığını anlatmak istiyorum. Obsesif kompulsif kişilik örüntüsüne sahip ve obsesif kompulsif bozukluk geliştirmiş olan hastamız tedavi olmak için bize müracaat etmişti. Yeterli dozda ve sürede medikal terapi gördüğü halde semptomlarında bir iyileşme olmamıştı. Anti obsesif, anti depresif ilaçların yanında anti psikotik ve elektro konvulsif tedavi de denenmiş; ancak hastalık belirtileri gerilememişti. Hastamızın, yapılan muayenemizde semptomlarının ödipal döneme bağlı semptomatik bir ifade olduğu tanımlanınca onu iç görü yönelimli, yoğunlaştırılmış terapi programına aldık. Çok başarılı öğrencilik hayatı olan bu üniversite öğrencisi, rahatsızlığı nedeniyle tahsil hayatını dondurmak zorunda kalmıştı. Yellbrown Obsesif kompulsif skoru 40 üzerinden 36 idi. Yoğunlaştırılmış terapide hastanın dinî obsesyonlarının içeriği ve mekanizmaları incelendiğinde hepsinin baba otoritesi ile olan bir savaşımın çeşitli görünümlerindeki tezahürleri olduğu fark edildi. Her cinsel dürtülenim ve duygulanımdan sonra yoğun obsesyonlar ortaya çıkıyor; çeşitli eşyalar, simgeler ve düşünce alanındaki çağrışımlarla ödipal çatışma her alanda yaşanıyordu. Cinsel dürtüler uyarıldığında yoğun bir suçluluk duygusu hissediliyor, bundan kurtulabilmek için dinî ibadetlere yöneliniyor ve birçok ritüeller peş peşe uygulanıyordu. Patolojik olarak uygulanan bu ibadet ve ritüellerin arkasında kurgulanmış olan bir hastalık hikâyesinin ayak izleri net bir şekilde görülebiliyordu. Her dürtüsel ihtiyaçtan sonra ağır süperego baskısı ve onun getirdiği ritüeller ve bunaltı, hastayı dayanılmaz hale sokuyordu.

Yüzlerce semptomun her biri tek tek ele alınarak sistemin nasıl çalıştığı ve hangi süreçlerin işlediği, hangi düşünceden sonra hangi düşüncenin geldiği ve bunun hangi ihtiyacı karşıladığı net bir şekilde ortaya konmuştu. Hasta artık şaşkın ve bezgin değil, hangi dürtünün neyi aktive edeceğini, hangi düşünce zincirini harekete geçireceğini ve sonuçta hangi ritüellerin yapılmak zorunda olacağını kavramıştı. Bu mekanizmayı kavradıktan sonra hastalık süreçleri sanki gözünün önünden geçen resmi bir geçit gibi akıp gidiyordu. Onların her bir aşamasını yakinen tanır, bilir hale gelmişti. Onlar hakkında çok rahat yorum yapabiliyordu. Başlangıçta kaotik, karmaşık ve belirsiz gelen birçok düşünce ve ritüel bir anlam kazanmış, aralarındaki büyük savaşın hatları belli olmuştu. Genç hastamız dost güçlerle düşman güçlerin ayrımını rahatlıkla yapabilecek hale geldiğinde Yellbrown obsesif kompulsif skoru 40 üzerinde 12’ye düşmüştü. Yapılan takiplerde ve tedavi programının kalan kısmında skor, kalıcılığını devam ettirdiği gibi giderek normal sınırlara gelmiştir

 

savunma mekanizmaları

Dinamik açıdan ruhsal yapı topografik şekilde bilinç, bilinç öncesi ve bilinçdışı bölümlerine ayrılırken; yapısal açıdan id, ego ve süperego katmanlarından oluşmaktadır. Gelişim evreleri açısından ruhsal yapı ise; oral, anal, fallik, latent ve ergenlik dönemlerinden meydana gelmektedir. Bu yapının tamamını görsel olarak hayal edebilmek için daha önce de kullandığımız buz dağı örneğini model almak istiyoruz. Denizdeki buz dağı, bir insan kimliğine benzetilecek olursa buz dağının su üstünde kalan kısmı kişinin bilinçli kimliğini oluşturmaktadır. Buz dağının suyun altında kalan kısmı ise bilinçdışı kimliğimizi oluşturmaktadır. Hafif dalgalanan bir denizde, buz dağının suyun altında kalan kısmının dalga boyu miktarınca açılması ve kapanmasıyla simgeleyebileceğimiz bir ara katman vardır ki buna bilinç öncesi alan denilebilir. Bebeğin gelişim evreleri anlatılırken bilincin nasıl oluştuğu konusu üzerinde durulmuştu. Buna göre, bilinçli yapımız gerçekliği temsil eder. Yapısal açıdan ise bunun karşısına egoyu koyabiliriz. Suyun altındaki buz dağı kısmına da id ismini verebiliriz. Tanımlamanın kolay ve anlaşılabilir olması için süperegoyu da buz dağının tepesinde dolanan bir buluta benzetebiliriz. Bu durumda id, ego ve süperegonun yerleşimi ile bilinç, bilinç öncesi ve bilinçdışı yaşamlar bir resim üzerinde gösterilmiş olmaktadır. Bu resimde psiko-seksüel gelişim evrelerini göstermek mümkün değildir. Zira psiko-seksüel gelişim evreleri ego ve süperegonun gelişimiyle ilintilidir.

Doğuştan getirdiğimiz ana materyalimiz id’imizdir. Bu, biyolojik bir temele dayanan, genetik şifreyle yüklenmiş dürtü ve içgüdülerden oluşmuş ana yapıdır. Bu yapı doğuşta nasılsa ölene kadar varlığını aynı şekilde muhafaza etmektedir. Yukarıda bahsettiğimiz gibi id’in dürtüsel talepleri hedef nesnesine ulaşıp rahatlamak ve üzerindeki gerilimi boşaltmak ister. Bebeklik evresinde annenin de yardımıyla tüm dürtüler hedefine ulaştırılmaya ve geciktirilmeden nesnesiyle buluşturulmaya çalışılır. Bebeğin emme ihtiyacı, açlık dürtüsü anne memesi verilerek rahatlatılırken anne ile kaynaşma, anne ve birleşme ihtiyacı da anne kucağına yatırılarak tatmin edilir.

Dürtünün iki kaynağının olduğundan bahsetmiştik ki bunlardan biri üretkenliği temsil eden yaşam enerjisi diğeri de agresyonları temsil eden ölüm enerjisidir. Her iki dürtü de mutlak olarak hedefine ulaşmak istemektedir. Başlangıçta id’de zaman, mekân, mantık ve diğer kavramlar oluşmadığından bunların anında temin edilmesi gerekir. Dürtünün, dürtü oluşma süreciyle eş zamanlı olarak tatmin edilememesi, bebekte gerilimi ve sıkıntıyı doğurur. Engellenmişliğin vermiş olduğu sıkıntı ile agresyon ortaya çıkar ve öfke deşarjı meydana gelir. Hayatın gereklilikleri arasında ise; bir dürtü yola çıktığında bu dürtünün gerçekleşebilmesi için bir zaman periyoduna, nedensel bir ilişkiye, mantıksal bir bütünlüğe ve uygun mekânsal koşullara bağlılık söz konusudur. Bir bakıcı ne kadar özverili olsa ve ne kadar yakından ilgilense de bir bebeğin dürtülerinin, oluşum sürecinde eş zamanlı olarak hedefine ulaştırılması reel olarak mümkün değildir.

Dürtülerin eş zamanlı olarak tatmin edilememesi, ruhsal bir yumak olan id’in bir kısmının farklılaşarak ego dediğimiz; dürtüyü bir süre erteleyebilme yeteneğini haiz olan bir ruhsal bileşenin (komponent) oluşmasını temin eder. Bu süreç, doğal bir süreçtir ve egonun ilk oluşum çekirdeğidir. Henüz hafıza kayıtlarının olmadığı ve dışsal nesnelerin içsel tasarımlarının oluşturulamadığı bir dönemde bebek için dünya her an yeniden yaratılmaktadır. Bunu anlayabilmek için çevrenizdeki bir Alzheimer hastasının yıllardır tanıdığı eşini tanıyamaması ve çocuklarına yabancı muamelesi yapması örnek olarak gösterilebilir. Çünkü Alzheimer hastasının hafıza kayıtları biyolojik nedenlerle bozulmuş ve kayıtlar yok edilmiştir. Bu tahribatın derecesine göre de problemler ve sıkıntılar doğmaktadır.

Bizim zihinsel sürekliliğimizi ve varlığımızı temin eden şey hafıza kayıtlarındaki nesne tasarımlarıdır. Bebek henüz bu tasarımlarını oluşturmamışken her an yeni bir dünya ile karşı karşıyadır. Her gelen anne sureti onun için yeni bir anne, her gördüğü nesne de onun için yeni bir nesnedir. Zihninde ve hafıza kayıtlarında beş duyu ile aldığı nesne tasarımlarını kaydetmeye başladığı andan itibaren nesnelerin devamı diye isimlendirdiğimiz bir süreç başlar ve bu andan itibaren varoluşun sürekliliği gerçekleşir. İşte tam bu süreç esnasında ego realiteye uyum gösterebilmek için bir takım çabalara başvurur. Bebeğin fiziksel ve zihinsel gelişimine paralel bir şekilde egonun varoluşu ve acıya tahammül süreci bir takım düzeneklerle temin edilmeye çalışılır. İdden farklılaşan ve dürtülerin belirli bir süre ertelenmesini temin eden bu güç, ego gücüdür. Bu güç id’den ayrılıp farklılaşarak palazlandıkça dürtüleri erteleyebilme, geciktirebilme ve bekletebilme yeteneğine sahip olmaktadır. Belki de egonun ilk fonksiyonu dürtüler üzerinde denetim kurabilme yeteneğidir. Bu, egonun bastırma savunma düzeneğinin ilk prototipidir. Ego, gerçekliği yani realiteyi temsil eder. Egonun görevi id’in dürtülerini deşarj etmek, realiteye uyum göstermek ve de süperegonun ahlâki yargıları karşısında sınırı aşmamaktır.

Ego açısından gerçekliğin ve süperegonun taleplerini yerine getirmek hiçbir zaman tehlike arz etmez. Ancak id’in tüm taleplerini yerine getirmek, gerçeklik açısından çok büyük tehlike arzeder ve egonun yok olması veya yok edilmesiyle sonlanır. Bu durumda ego için en büyük tehlike kaynağı id’den gelen dürtüler yani arzu ve isteklerdir.

Arzu ve isteklerin sorgusuz ve sualsiz bir şekilde deşarj edilmesi ve hedef nesneye yönlendirilmesi realite açısından mümkün değildir. Örneğin yeni bir kardeşi dünyaya gelen çocuk, kıskançlık krizleriyle kardeşini öldürmek için merdivenini düşürmek isteyebilir. Bu, onun için doğal bir dürtüdür. Bu dürtüsünü belirli bir perspektifte tutmaya çalışan güç realiteye uymaya çalışan ego gücüdür. Gelişen ego, id’in bu tehlikeli potansiyelini fark ederek realiteye uyum kurabilmek için bu dürtüler üzerinde yoğun bir denetim oluşturur. Bu denetim, dürtülerin boşalmasını engelleyerek id’i basınç dolu buhar kazanına dönüştürür. Biz biliyoruz ki; hedefine ulaşamayan dürtüler insanda gerilim ve bunaltı doğurduğu için bir müddet sonra bu gerilim patlama şeklinde deşarj bulur. Nesnesine ulaşamayan her dürtü içimizde potansiyel bir mayın gibidir. Ego bunu dikkate almak zorundadır. Ego yoğun basınç karşısında bu dürtülerin alternatif emniyet sübaplarıyla tahliyesine ve tasfiyesine çalışır.

İşte bunları yaparken ego, id’e karşı savunma düzeneklerini oluşturmak durumundadır. Ego kendini id’e karşı savunup realitede varlığını sürdürebilmek için onlarca savunma düzeneğini uygulamaya sokar. Bu savunma düzenekleri ruhsal gelişim evrelerine göre ilkel olandan olgun olana doğru bir seyir takip eder. İlkel olan savunma düzeneklerinin Psikoseksüel gelişim evrelerinin ilk dönemlerinde kullanılması doğal iken daha sonraki gelişim evrelerinde kullanılması bir patolojiye işaret eder. Dinamik yaklaşımda egonun savunma düzenekleri başlangıçta sekiz-on düzenek olarak isimlendirilirken bugün yeni ekollerin yeni açılımlarıyla savunma düzeneklerinin sayısı yirmi beşe ulaşmış ve içerikleri değişmiştir. Savunma düzeneklerinin temel nitelikleri; bilinçdışı olması, otomatik olarak çalışması ve büyük oranda id’e karşı savaş vermesidir. Bazı savunma düzenekleri egonun realiteye uyumu için gerekli iken, bazıları da süperego için oluşturulmaktadır.

Yukarıda vermiş olduğumuz tasarımsal buz dağı örneğinde olayı basite indirgeyerek konuyu aktarmaya çalıştık. Daha doğru anlatım ortaya koyabilmek için bulut olarak nitelendirilen süperegonun, suyun üstünde olmasına rağmen yüzde doksanının bilinçdışı faaliyet gösterdiğini belirtmeliyiz. Tamamı suyun üstünde gibi gözüken egonun da savunma düzeneklerini oluşturabilmek için bir kısmının bilinçdışına, yani suyun altına doğru derinleştiğini görüyoruz. Bunu geometrik bir şekilde ifade edecek olursak insan kimliğini bir daireye benzetebiliriz; dairenin 1/3 oranında üst kısmından geçecek bir parabol çizgi bilinç çizgisi iken, parabol çizgisinin üst kısmında kalan alanın yüzde yetmişini ego parçası, yüzde 15’ini süperego parçası yüzde 15’ini de id parçası oluşturur. Suyun altında kalan veya parabolün altında kalan alanın, yüzde 60’ına id, yüzde 30’una süperego ve yüzde 10’una da ego diyebiliriz. Bu rakamlar ölçülebilen rakamlar değil, fakat konuyu anlatabilmek için örneklem rakamlarıdır.

Savunma düzenekleri, yukarıda belirttiğimiz temel özellikleri; yani bilinçdışı olmaları, otomatik olarak uygulamaya geçmeleri, id’in saldırıları karşısında egonun gerçekliğini ve süperegoya uyumunu sağlamaları ve de dürtülerin deşarjına imkân vermeleri bağlamında ele alındığında aşağıdaki başlıklar şeklinde sıralanabilir:

 

1. Bastırma: (Represyon ve Supresyon)

 

Olgun bir egonun bilinçdışını kontrol edebilmesi için oluşturması gereken ilk önemli savunma düzeneği, öncelikle tehlike arzeden dürtüleri durduracak ve onları bilinçdışına bastıracak savunma düzeneğidir. Egonun bu fonksiyonu oluşturabilmesi için belirli bir güce ulaşması, dürtüyü bilinçdışında tutabilme yeteneğine sahip olabilmesi ve orada barındırması gerekir. Başlangıçta dürtüler bilinçdışında tutulamadığı için; bilince çıkarılarak realiteye ve süperegoya uygunluk açısından test edildikten sonra uygun olanlarına deşarj imkânı sağlanması, uygun olmayanların da bilinçdışına tekrar gönderilmesi ve bastırılması gerekir. Özellikle psikoseksüel gelişim evrelerinden fallik evreye ulaşan bir bebekte ebeveyn tasarımlarının içselleştirilmesi sonucunda dürtüler, süperegonun bilinçdışı kısmının denetimiyle, bilince ulaşmadan kontrol edilmekte ve denetim sağlanmaktadır. Bastırma mekanizması aktif bir süreçtir. Dürtü bilince çıkmak için libidodan bir enerji kullanırken ego bu dürtüyü durdurabilmek ve baskılayabilmek için yine libidodan enerji kullanmak zorundadır. Bu da fâsit bir daireyi oluşturur. Bunaltının oluşmasını kontrol etmek için devreye giren bastırma mekanizması, insanı yorgun ve bitap düşürebilir. Bastırma mekanizması şu şekillerde ortaya çıkabilir.

a. Bilince gelen dürtünün geri gönderilmesi
b. Dürtünün bilinçdışında tutulması
c. Reel olarak yaşanan travmanın bilinçdışına gömülmesi.

Her üç halde de bastırma mekanizmasından bahsetmek mümkündür. Ruhsal gelişim evrelerinin durumuna göre bilinçdışında tutulan dürtüler, zaman zaman bilince çıkabilir. Hatta zaman zaman aktive olup uygulamaya bile geçebilir. Bunun birçok nedenleri vardır. Egonun zayıflığı, süperegonun baskınlığının yetersizliği ve realitenin kolaylaştırıcı etkileri sonucunda dürtü uygulamaya geçebilir. Örneğin, ergenlik dönemine kadar ödipal çatışmasıyla ilintili olarak anneye ilişkin bilinçdışı ensest arzularını kontrol altına alabilen genç delikanlı, ergenliğin getirmiş olduğu fiziksel ve ruhsal zorlamaların sonucunda bu dürtüsünü bastıramayacak noktaya gelip bilinçlendirebilir. Böyle bir arzu ve istek bilinçlendiğinde genç delikanlı için bu durum dayanılmaz bir sıkıntı ve acı vermektedir. Belki de yıllardır bilinçaltında bastırarak tutmuş olduğu bu dürtü, ergenliğin zor şartları altında denetimden çıkmış sadece bilince ulaşmıştır. Bilinçte bunun izolasyona tabi tutulmadan hissedilmesi ve düşünülmesi ciddi bir sıkıntı kaynağı yaratmaktadır. Böyle bir nedenle intihara yönelen, yoğun anksiyete atakları geçiren veya depresyona giren ergenler bulunmaktadır. Burada mekanizma, egonun denetim gücünün zayıflaması sonucunda dürtülerin bilinçdışı katmandan bilinçli hale gelmesi şeklinde çalışmaktadır. Yine aynı gençlerde anneye karşı hissedilen bu dürtüsel yapı cinsel bir eyleme yönelmese bile cinsel içerikli olarak anneye dokunma ya da sarılma gibi eylemlere dönüşebilmektedir. Bu durumda ergenin yaşayacağı içsel çatışma daha yoğun ve fazladır.

Çocukluk döneminde kardeşine karşı kıskançlık hisleriyle dolu, ona zarar verme isteğiyle bu tip dürtüleri harekete geçmiş olan çocuk, çevre şartları müsait ise eylemi uygulamaya teşebbüs edecektir. Yaş ilerledikçe bu dürtüler ve istekler bilinçdışında tutulacak hiç bilince çıkmayacaktır. Her iki durumda da bastırmadan bahsetmek mümkündür. Çocuğun kıskançlığı hissedip kardeşine karşı düşmanca hisleri fark etmesi ve bundan utanarak bastırmaya çalışması represyon (bastırma) düzeneğini oluştururken, dürtüleri bilince çıkmaya izin vermeden bilinçdışında tutmayı başarması ise supresyon bastırma mekanizmasına örnek olarak verilebilir.

Yaşanmış olan travmatik birçok anı unutulma eğilimlidir. Egonun rahatlayabilmesi için yaşanmış olan bu tip anıların hafıza katmanlarının derinlerine gönderilmesi ve çağrışım zincirinden uzak tutulması gerekmektedir. Aktif olarak bilince ulaşamayan bu tip travmatik yaşantılar, bilinçdışında varlığını sürdürecek, bireyi farklı şekillerde varlığından haberdar edecektir. Birçok psişik belirtinin/semptomun arka planında bu travmatik yaşantıların izdüşümlerini bulmak mümkündür.

Bastırma, egonun öncelikli olarak alacağı ilk tedbirdir. Dinamik açıdan bakıldığında ensestiyöz talepler bilinç dışında bastırılarak tutulacaktır. Daha sonra ise egonun gelişim yapısına, realiteye ve süperegoya uymayan birçok istem ve arzu deşarj imkânı bulamadan bilinçdışında tutulacaktır.

Bastırma çeşitli yaklaşım ekollerine göre farklı farklı da değerlendirilebilmektedir. Biyolojik eksenli bir bakış tarzında olay hafıza kayıtlarının işlemlenmesiyle ilişkilendirilebilir. Biyolojik yaklaşım tarzı bilinçdışı bir hafıza kaydının varlığını kabullenmez. Bunun yerine yaşantılanan bilgilerin ve zaman dilimlerinin, hafızaya alma, hafızada saklama ve geri çağırma sistemindeki bir takım hatalardan kaynaklandığına inanılır. Bu açıklama biçiminde hafıza kaydı yapılırken bazı kodlama sistemlerinin hafızayı etkin olarak çalıştırdığı ve hatırlamada bu sistemlerin çok önemli bir rolü haiz olduğu belirtilmektedir. Bu bakış tarzıyla birçok olayı izah edememekteyiz. Biyolojik bakış tarzına göre hafıza kayıtlarına güçlü kayıt yapılıp yeniden çağrılabilmesi, duygusal bir olayın patlayıcı etkisinin, kaydı güçlendirmesi nedeniyledir: Yaşanan bir savaş, deprem, felaket ve benzeri durumlarda olduğu gibi. Ancak biz biliyoruz ki cinsel taciz konusunda birçok kurban olayı hatırlayamamaktadır. Bu da göstermektedir ki biyolojik hafıza kaydı izahı, bir noktaya kadar geçerli olmakta, bizim bilinçdışı süreçler dediğimiz mekanizmalar devreye girmektedir.

Olay, davranışçı açıdan değerlendirildiğinde; hoşnutluk veren anılar ve hafıza kayıtları canlı tutulurken, sıkıntı veren hafıza kayıtlarının geri planda kalması ile ilgili davranışçı-pekiştirici süreçlerden bahsedilmektedir. Hatırlanmayan travmatik hadiselerin davranışçı ekole göre bu şekilde izahı yapılmaktadır. Negatif olan anılar hafızadan silinmekte, pozitif olanlar ise pekiştirici süreçlerle hafızada tutulmaktadır. Deprem ve savaş gibi hallerin negatif etkileri olmasına rağmen, hafıza kayıtları çok aktif bir şekilde tutulurken bireysel olarak yaşadığımız aşağılanma, dışlanma ve cinsel taciz gibi anılar hafıza kaydına gelmemektedir. Bu da pekiştirici süreçlerin bu alanda geçersiz olduğunu ve davranışçı yaklaşımın, olayları bir noktaya kadar izah edip bir noktadan sonra yetersiz kaldığını bize göstermektedir.

Kognitif/bilişsel açıdan bastırma ve unutma kavramlarına bakıldığı zaman; başlangıç dönemlerinde bilinçdışı süreçler kabul edilmezken vaka çalışmalarında, izah edilemeyen kognitif yapılandırmalara farklı isimler verilerek, afonksiyonel şemalara dinamik yapının bilinçdışı kavramlaştırmasına denk düşecek temel kabuller ve şemalarla açılımlar getirilmiştir.

 

 

2. İçe Atım (Introjection)

 

İçe atım savunma düzeneğini tam manasıyla kavrayabilmek için, doğal bir süreç olan içe alım (incorporation) mekanizmasını kavramak gerekir. Yukarıdaki bölümde bebeğin zihinsel gelişiminde ilk algıların zihindeki izdüşümlerinin ilk benlik algısının çekirdeğini oluşturduğundan sözetmiştik. Benliğin oluşabilmesi için beş duyumuz vasıtasıyla dış dünyanın içeride tasarımlanması gerekmektedir. Bu tasarımlama sürecini içe alım mekanizması ile isimlendirebiliriz. Bebeğin işlev gören ilk dış organı ağzıdır. Ağız, doğuştan getirilen emme refleksi sayesinde herhangi bir materyali otomatik olarak emer. Çocuğun ilk emdiği nesne ise anne memesidir. Memenin ağız içindeki hacimsel büyüklüğü, kıvamı (sertlik-yumuşaklık-elastikiyet) kokusu, tadı ve fonksiyonel özelliği bebeğin ilk algıladığı nesnenin vasıflarıdır. Meme sayesinde alınan uyaranlar zihindeki hafıza kayıtlarında kodlanırken ilk içe alım eylemi gerçekleştirilmiş olmaktadır. Bu eylem henüz detaylarına vakıf olamadığımız çok karmaşık bir süreç sayesinde mümkün olabilmektedir. Zaman içerisinde içe alımlar ağzın yanında diğer duyular vasıtasıyla da sürdürülür. Özellikle görsel ve işitsel içe alımlar doğal bir süreç olarak zenginleşerek devam etmektedir. Anne memesiyle başlayan içe alım süreci annenin yüzü, annenin eli, annenin bedeni, annenin kokusu ve annenin sesi gibi parça parça faktörlerle birleşerek devam eder. Sonunda bütüncül bir anne içe alımı gerçekleştirilir.

Bu süreç sadece anne ile değil çocuğun etrafındaki tüm dış dünya ve kendi bedeniyle ilintili olarak da aynı şekilde devam eder. Bu doğal süreçte herhangi bir problem bulunmamaktadır. İçe alımın, doğal bir süreç olması nedeniyle egonun savunma mekanizmaları arasında kabul edilmesi uygun değildir. Biraz sonra aşağıda anlatacağımız içe atım mekanizmasına geçmeden önce içe alım eyleminin doğal sürecinin gelişiminde karşılaşılabilecek bir takım engelleme ve çatışmalardan da burada bahsedebiliriz. Nasıl ki davranışçı koşullu şartlandırmalarda, bir uyaranı bir başka uyaranla eşleştirmek mümkün olabiliyor ve bunun sonuçları gözlemlenebiliyorsa, bebeğin içe alım dönemini de bu bağlamda değerlendirebiliriz.

Organizmanın temel hedefi genetik şifresinde taşıdığı hemaostasisi (üst denge halini) gerçekleştirmektir. Bunu oluşturabilmek için doğuştan getirdiğimiz bir takım reflekslerimiz vardır. Doğum ile beraber gelen denge bozukluğunu bu refleksler sayesinde gidermeye veya azaltmaya veya dış dünyaya haber vermeye çalışırız. Varlığımızı devam ettirebilmek için yapılması gerekli olan ilk şey beslenmedir. Beslenme, bozulan hemaostasisi yeniden dengeye getiren, bebeği rahatlatan ve dinginliği temin eden en temel biyolojik unsurdur. Anne memesiyle başlayan beslenme süreci, anne memesinin çocuğun zihnindeki tasarımlanmasında beş duyu ile alınan algının bütüncül bir şekilde entegrasyonu ile devam etmektedir. Meme emilirken hem bu içe alım mekanizması sürdürülmekte ve hem de en temel ihtiyaç olan beslenme işlevi yerine getirilmektedir.

Dengenin bozulduğu cehennem halinden dengenin tekrar tesis edildiği cennet haline dönüşün ilk prototipi bebeğin beslenme eylemidir. İşte burada nesne tasarımı oluşturulurken, ilk denge halini alan uyaranlara eşlik eden ikincil uyaranlar, çocuğun ilk hoşnutluk duygusunun tasarımsal olarak yan tarafında taşıdığı hatırlatıcı koşullu unsurlardır. Yani bir bebek annesi tarafından beslenirken ve cehennemden cennete doğru bir yolculuğa çıkarken, bir başka ifadeyle bozulmuş hemaostasisin yeniden tesisi gerçekleştirilirken odanın rutubeti, odanın nem oranı, ortamda çalınan müzik, konuşmaların ses tonu, odanın kokusu ve diğer tüm faktörler koşullu bir uyaran olarak zihne ilk unsurlar olarak girebilir. Hayatımızın daha sonraki evrelerinde bilemediğimiz ve anlamadığımız şekilde; belirli ısı derecelerinden hoşnutluk duyan, belirli nem oranlarını tercih eden, belirli aydınlık şiddetlerinde daha dingin olan, belirli müzikal notalara eğilim duyan, belirli kokulara aşina olan ve belirli tatları tercih eden yapı muhtemelen kaynağını bebeklik dönemindeki ilk koşullu uyarı etkisinden almaktadır.

Bu durum yaşamımızın bir alanını izah etmeğe yararken diğer taraftan içe alım sürecinin negatif olduğu yani hemaostasisin bozulduğu durumlarda aynı çevre şartlarının, negatif bir uyarıcı gibi algılandığı negatif koşullu şartlanmaları oluşturabilme potansiyeline sahip olduğunu da göstermektedir. Bir takım anlamsız korkuların, duyguların ve hislerin çeşitli ortamlarda, çeşitli tatlarda ve müziklerde aktive olmasının arka planında bu tip bir ilk uyarıcı koşullu refleks ağının bulunabileceğini hatırda tutmak gerekir.

Dinamik açıdan bakıldığı zaman, oral dönemle ilgili bir takım ruhsal rahatsızlıkların kaynağında ya annenin meme ucunda bir problem olması ya da çocuğun ağzında bir hastalığın bulunması söz konusu olabileceğini daha önce belirtmiştik. Örneğin, bebek emme döneminde ağzında oluşan bir yara nedeniyle emme eylemini gerçekleştirip hemaostasisi temin etmeye çalışırken diğer taraftan ağrılı bir uyaran buna eşlik etmektedir. Bu durumda acı ve haz yan yanadır. Bu çok ciddi birçok sonuca neden olabilir. Bağlanma (attachment) duyumu, korku ve acı verici bir etkiye dönüşebilir. Memeye bu şekilde yaklaşan bebeğin daha sonraki hayatında arkadaşına, partnerine veya eşine bağlanırken aynı endişe ve acıyı duyması ve bağlanma zorlukları yaşaması mümkün olabilir. Veyahut oral doyum sağlarken bir taraftan yemenin hazzını yaşayıp bir taraftan acı hissedebilir. Cinsellikte bu yapı sadist, mazoşist ve sadomazoşist bir ilişkiye dönüşebilir. Bu şekilde birçok kombinasyonun oluşabilme ihtimali sözkonusudur. Bunları nesnel olarak tespit edip zincirin halkalarını tamamlamak şu anda pek olası görülmemektedir. Bu konu ile ilgili olarak detaylı ve uzun süreli takip çalışmalarının yapılması gerekmektedir.

Buraya kadar anlatmış olduğumuz İçe alım (incorporation) mekanizması bir insanın gelişiminde doğal bir süreç olarak meydana gelirken içe atım (introjection) mekanizması egonun savunma düzenekleri arasında sayılmaktadır. İçe atım en çok özdeşim mekanizmasıyla karıştırılmaktadır ki yeri geldiği zaman özdeşim mekanizması detaylı olarak anlatılacaktır. İçe atım id, ego ve süperego ayrımının gerçekleştirildiği; egonun oluşturulduğu ve kendiliğin (self) tamamlandığı bir süreçte oluşmaktadır. Ego ve/veya kendilik, göreceli olarak yetersizlik duyguları hissettiği zaman diğer savunma mekanizmalarıyla yetersizliğini telafi edemez ise içe atım savunma mekanizmasından da yararlanarak dayanma gücünü artırabilmektedir.

İçe atım, dışarıdaki bir nesnenin veya nesnenin bir parçasının ya da nesnenin bir özelliğinin pozitif veya negatif anlamda içe alınarak zihinsel tasarımda onun yaşatılması anlamına gelir. Cümleyi daha anlaşılır hale getirmek için şöyle bir örnek kullanılabilir: Yetersizlik hisleri duyan bir birey, mahallede güçlü olduğuna inandığı ve karizmatik olarak değerlendirdiği mahalle kabadayısını içsel olarak içe atıp onun tasarımını zihninde canlandırdığında, o kabadayının fiziksel ve ruhsal gücünün kendisine geçtiğine dair bir inanç ve duyguya kapılır. Bu, içe atım mekanizması sayesinde mümkün olur. Egonun göreceli olarak yetersiz olduğu durumlarda her bağlamda içe atım olaylarının olması mümkündür. Özdeşim savunma mekanizmasında dıştaki bir nesnenin özelliğinin egoya veya kendiliğimize katılarak kendimizin bir parçası ve kendilik hamurumuzun bir karışımı yapılması sözkonusu iken, içe atım düzeneğinde ise içe atılan nesne veya özellik ayrı bir varlık olarak zihinsel tasarımımızda varlığını devam ettirir. Birey, içindeki bu tasarımla iletişime geçip diyalog kurabilir; konuşabilir, tartışabilir ve hatta kavga edebilir. İçe atım düzeneğinin daha iyi anlaşılabilmesi için bir vaka örneğimizi burada sizinle paylaşmak isterim.

Ödipal çatışmaları yoğun olan, babası tarafından dövülen ve cezalandırılan ve annesi de aynı şiddete maruz kalan bir genç, ergenliğe ulaştığında babasının karşısında kendisini zayıf, yetersiz ve savunmasız hissetmektedir. Ergenlikle beraber babanın şiddetinin kesilmiş olmasına ve de geçmişte cereyan eden negatif olayların bitmiş olmasına rağmen primitif savunma mekanizmasıyla varlığını sürdürmeye çalışan ruhsal yapı; dış dünyadaki her türlü güç ve otoriteyi baba türevi olarak algılayıp çaresizliğe düşmektedir. Bu çaresizlikten sıyrılmak ve babayla ve baba türevleriyle rekabet edebilmek, egonun ve kendiliğin güçlenmesi ve de olumlu özdeşim örneklerinin içselleştirilmesiyle mümkün olabilir. Eğer bunlar yapılamamış ise alternatif bir yol olarak içe atım savunma düzeneğinden yararlanılır. Bu genç de içe atım düzeneğinden yararlanarak varoluşunu sürdürmüştür.

İçe atımın negatif yönden değerlendirilmesi ise öfke duyulan ve nefret edilen bir nesnenin içe alınarak, içte bu nesneye karşı nefret deşarjının sağlanması şeklinde oluşabilmektedir. Zaman zaman rüyalarımızda kızdığımız birisine karşı herhangi bir güç ve otoriteye karşı tepkilerimizi ortaya koyarız. İstemediğimiz bu insanları rüyalarımızda döver, hakaret eder bazen de öldürürüz. Rüyalarımızda olan bu savunma düzeneği içe atımda normal zamanlarda da ortaya çıkmaktadır. Sevmediği ve nefret ettiği öğretmenini içe atan, her gün onunla hesaplaşan ve her gün ona küfreden bir genç delikanlı, sevmediği öğretmenini içine atmış ve gerçek hayatta gerçekleştiremediği hesaplaşmayı kendi istediği şartlarda iç dünyasında oluşturmuş olur.

Bu anlamda amirinden fırça yiyen memur, komutanı tarafından azarlanan subay, patronu tarafından aşağılanan işçi gerçek hayatta olabilecek reel kayıpları nedeniyle suskunluklarını muhafaza ederken, olay anında dahi karşı tarafı içe atıp iç dünyalarında ona karşı hakaretleri, öfke deşarjını ve hatta yaralayıp öldürmeyi bile tahayyül edebilmektedir. Bunlar hepimizin gündelik hayatında yaşantılandırdığımız olağan ego koruyucu yaşantılardır.

İçe atımın diğer bir uygulama tarzı da kendiliğimizin bir parçasının kendiliğimizden kopartılarak içte tutulmasıdır. Kendilik ve ego kendi içerisinde ahenkli çalışan bir bütünü temsil eden, parçaları arasında çok ciddi farklılıkların olmadığı bir ruhsal yapıdır. Birey isteyerek veya istemeyerek bir takım olayların sonucunda egosuna, süperegosuna ve kendiliğine ters bir konumda kalarak dürtülerinin esiri olup bir takım eylemler gerçekleştirmiş olabilir. Bu eylemler zaman içerisinde ego tarafından sindirilerek bünyeye katılabilir. Ama bazı durumlarda ego yaşanılan bu olayı bünyeye katmakta zorlanır ve ayrı bir parça olarak onu muhafaza etmeyi yeğler. Bu bir nevi vücuda girmiş olan mikrobun bir korunma bariyeri halkasının içinde tutulması gibidir. O farklı parça, bünyededir ve varlığını devam ettirmektedir. Kişi bundan şiddetli şekilde rahatsızlık duyar. Diğer savunma mekanizmaları yetersiz kaldığından içe alınan bu kimlik parçası içerde ayrı olarak yaşamaya devam eder. Bu birey için çok ciddi bir sorun teşkil eder.

Bu durumu şuna benzer vaka örnekleriyle anlatabiliriz: Gazete haberlerinde zaman zaman bir takım intihar haberleri okuruz. Bunların bir kısmı içe atım düzeneği sonucunda ortaya çıkmaktadır. Örneğin yıllardır onurlu ve gururlu bir şekilde iş hayatında başarılı olmuş bir iş adamı, toplumda çok saygın bir konumu varken yeni girdiği bir iş teşebbüsünde başarısız olmuş ve risk faktörlerini iyi analiz edemediği için iflas etmiştir. Bir anda beş parasız kalmış ve şaşaalı bir dönem sona ermiştir. Birey bunu kabul edememektedir. Bu durumda egonun bir parçası bölünmüş suçu bu bölünen parçaya yüklemiştir ki; ‘o’ hatalar yapmıştır. Kendisi asla hata yapacak potansiyele sahip değildir. O ego parçası tarafından kandırılmış, aldatılmıştır. Dolayısıyla bu parça yok edilmelidir. Bu bağlamda hata yapan ego parçasını ortadan kaldırmaya yönelik olarak sağlam ego parçası onu cezalandırıp yok etmekte ve intihar bu şekilde gerçekleşmektedir.

 

 

3. Bölme (Splitting)

 

İlkel savunma düzeneklerinden en önemlisi bölmedir.
Yine bebeğin ilk algılarına dönecek olursak, beş duyu ile içerden ve dışardan alınan uyarılar zihnimizde kaotik bir dünya oluşturmuş idi. Her şey bir hercümerç halindeydi; anlam yoktu. Sonraları beyinsel ve zihinsel gelişim oluştukça bu anlamsızlık, yerini kategorizasyona bıraktı. Nesneler anlamlı hale gelmeye başladı, canlı ve cansız olarak ayırt edilmeye çalışıldı. Beş duyu ile alınan nesnenin varlığı kabul edilirken, görülmesi engellenen bir nesnenin o anda yok olduğu düşüncesinden, gelişmişliğe uygun olarak bir süre sonra o nesnenin, engelin arkasında varlığını devam ettirdiği çıkarsamasına kadar geçen bir süreç işledi. Hafıza kayıtları çalışmadığı dönemlerde her seferinde dünya yeniden ve yeniden yaratılmakta idi. Hafıza kayıtlarının devreye girip nesne tasarımlarının içte oluşturulmasıyla birlikte nesnelerin sürekliliği ve devamı temin edildi.

Bu çerçevede bebek kendisine bakan anneyi, ilk nesne tasarımı olarak içinde canlandırmayı başardı. Anneyi beş duyu ile algıladığında onu tanımanın vermiş olduğu tepki ile ona eko verdi. Dış dünyanın nesne tasarımlarının aynısının içeride oluşturulmasıyla birlikte süreklik temin edilmiş oldu. Nesnelerin tasarımları iç dünyada şekillenirken onlara anlam yükleyen bireyin kendisinin tasarımı, bu tasarımlar dünyasında eksik kaldı. Çünkü kendisini nasıl tanımlayacak, tasarımlayacak ve nasıl bir değer atfederek bu tasarımsal dünyanın merkezine oturtacaktı?

Bir bebeği bu dönemde kapalı bir kutuya benzetirsek kapalı kutunun yüzeyinde beş tane delik bulunmakta, bu deliklerden gelen bilgiler vasıtasıyla dış dünyanın ne olduğu ile ilgili çıkarımlar yapılmakta, bu çıkarımlar sonucu kutunun içerisinde dış dünyanın bir kopyası tasarımsal olarak oluşturulmaktadır. Dış dünyanın bir kopyası kutunun içinde tasarımsal olarak oluşturulduğu zaman bu tasarımın içinde kutunun kendisi yoktur. Çünkü kutu kendisinin neye benzediğiyle ilgili bir çıkarımı yapamamaktadır. Gözün kendini görememesi, beynin kendini idrak edememesi gibi bir husustur bu. Bir göz dışarıdaki her şeyi görür, alır ama kendi yapısının nasıl bir şey olduğu ile ilgili görüntüye ulaşamaz ve kendini göremez. Bu manada bebek de dış dünyanın fotoğrafını çektiği halde kendi kimliğini, bedenini ve varlığını algılayıp değerlendiremez.

Ama içeride tasarımlanan dünyanın bütün halkalarının anlamlı hale gelebilmesi, bebeğin kendiliğini iç dünyasına atmasıyla mümkündür. Bilinmeyen ve tanımlanamayan bebeğin kendiliği nasıl olacak da iç dünyaya taşınacak ve diğer nesnelerle bağlantısı iç dünyada tesis edilecektir. İşte bu aşamada Lacan’ın ‘aynalama (mirroring) evresi’ dediği süreç işler. Çocuk dünyayı algılayıp anlarken ilk etapta annesiyle füzyona girip onunla kaynaşarak dünyaya anlam verir. Kendinin nasıl bir şey olduğu ile ilintili olarak kendilik tasarımını da annenin bakışlarından, yüz ifadesinden, ses tonundan ve davranışlarından çıkarır. Özellikle annenin bakışları, çocuğun nasıl bir varlık olduğunun aynada yansımasıdır. İşte ilk kendilik çekirdeğinin oluştuğu bu evrede annenin çocuğa atfettiği değer, annenin yüz ifadesinde ve bakışlarında netlik kazanır. Çocuk annenin kendisine olan bu bakış ve yaklaşımından bir kendilik tasarımı oluşturarak biraz önce kutu diye tanımladığımız varlığı tasarımlayarak, iç dünyasındaki nesne tasarımları arasına kendilik tasarımı olarak atar ve onu merkeze oturtur.

Buraya kadar her şey normal giderken genellikle bebeklerin ilk oluşturdukları kendilik tasarımları sevgiyle, şefkatle ve ilgiyle bebeğe bakan annenin bakışları ve yüz ifadesi sayesinde oluştuğundan bebek kendisini çok önemli, değerli ve hoşnutluk veren bir varlık olarak içeri atar. Bu sayede ilk kendilik tasarımı, merkeze oturarak nesne tasarımları dünyasında bağlantıları kuran ana öğe olur.

Annenin bu yoğun ilgi ve sevgisi, hatta çocuğa tapınacak derecedeki alakası çocukta ilk narsist iyi kendiliğin oluşmasını sağlar ve onu oluşturmayı sağlayan yapı da ilk iyi nesneyi oluşturur. Fakat bir süre sonra ne olduysa anne çocuğa çok kötü bir şekilde yaklaşmakta, bakışları değişmekte ve ona nefret ederek kızarak hatta iğrenerek bakmaktadır. Çocuk bunu algılayacak, anlayabilecek ve yorumlayacak durumda değildir. Anne şekil, cisim, ses vb. bakımlardan aynı annedir. Ama anne, davranışsal ve duygusal olarak farklıdır. Anne çocuğa iğrenerek, kızarak ve öfkelenerek yaklaşmaktadır. Çocuk bunu anlamlandırmakta çok zorlanır. Hikâyenin anne tarafına bakacak olursak çok sevdiği yavrusunun altına çiş-kaka yaptığını, bezini dağıtıp kakasını oraya buraya bulaştırdığını ve de eliyle mıncıkladığını görünce yüzündeki ifade iğrenme, öfkelenme ve kızgınlık şeklinde ortaya çıkmaktadır. Bebek için kaka, dışkılama ve pislik hiçbir anlam ifade etmemektedir. Annenin davranışlarını bu bağlamda bebeğin izah etmesi mümkün değildir. Bebeğin egosu henüz çok ilkel düzeydedir. Bu durumda çocuk ilk savunma düzeneklerinden olan bölme düzeneğini uygulamaya geçirme yetisiyle donatılmıştır. Egonun ruhsal gücü bu seviyeye ulaşmıştır.

Bölme mekanizması aynı obje tarafından bireye ulaştırılan pozitif ve negatif davranış ve duygulanımın aynı birey değil de ayrı ayrı iki birey tarafından yapıldığına dair içsel kanaatin oluşturulması ve birbirinden ayrı tutulması çalışmasıdır.

Bebek nasıl ki ilk nesne tasarımlarını oluştururken her an yeniden gördüğü anneyi ayrı anneler zannedip bunları aynı anne yapma konusunda aylarca mücadele etmiş ve anlık anneleri birleştirip sürekli bir anne oluşturmuşsa şimdi de anneleri ikiye indirgemektedir: İyi anne, kötü anne. Olay basitleşmiştir. Annenin yüzündeki davranış ve duygulanım ifadesi bebekte iki türlü duygu hissettirecektir. İyi anne geldiğinde çocuğun içerisinde önemli ve değerli olduğunu hisseden iyi kendilik aktive olurken; negatif hislerle dolu kötü anne geldiği zaman içinde değersizlik hislerini oluşturan kötü kendilik aktive olacaktır.

İç dünyamızda iyi ve kötünün yan yana barınması bu seviyedeki bir zihinsel yapı için mümkün görünmemektedir. Çünkü olayı anlamlandırabilecek mantıklı zihinsel bir kapasiteden yoksundur. İyi ve kötü kendilik içeride bu şekilde aktive olurken yeni bir kaos doğacaktır. İyi kendilik zihinsel yapıda hazzın ve hoşnutluğun temin edildiği bir hemaostasis halini simgelerken; kötü kendilik bu güzel dengenin bozulduğu ve kişinin anksiyeteye sokulduğu negatif bir ortamı oluşturacaktır. Bu durumu süt içine dökülmüş çiş ve kakaya benzetebiliriz. Çocuk bunu kaldırabilecek durumda değildir. İşte bu esnada bu gelişim evresinde bebek, bu iki yapıyı iki ayrı kompartımanda tutarak onların birbirlerine karışmasına imkân vermez. Bu mekanizmaya, bölme mekanizması denilmektedir. İyi anne veya iyi nesne geldiğinde iyi kendilik aktive olacak; kötü nesne veya kötü anne geldiğinde ise kötü kendilik aktive olacaktır. Bu şekilde kötü kendiliğin iyi kendiliği etkilemesinin, zarar vermesinin, kirletmesinin veya yok etmesinin önüne geçilmiş olacaktır.

Artık dünya dörtlü bir ilişki ağına dönüşmüştür: İyi nesnelerin aktive ettiği iyi kendilik ve kötü nesnelerin aktive ettiği kötü kendilik. Zihinsel yapımız gelişip serpilerek realiteyi algılayabilecek, olaylar arasındaki bağlantıları kurabilecek kapasiteye geldiği zaman bu bölme mekanizması yavaş yavaş zayıflamakta, geçirgenliği artmakta ve bütünlüğe doğru bir yönelim sergilemektedir. Şimdi artık bütünlüğe doğru bir süreç işlemektedir. Annenin şahsında iyi ve kötü nesne birleşmekte ve entegrasyona tabi olmaktadır. Çünkü çocuk annenin davranış ve duygulanımının neden ve niçinlerini algılayarak anlamlandırabilecek bir zihinsel yeteneğe ulaşmıştır. Annenin yüzündeki ifade herhangi bir olaya istinaden değişiklik arz etmektedir. Burada determinal bir bağlantının varlığı çocuk tarafından fark edilmektedir. Zihinsel yapının bu seviyeye ulaşabilmesi için çocuğun dörtbeş yaşlarına kadar gelmesi gerekir.

Bunu daha iyi kavrayabilmek için bir fermuar benzetmesini burada örnek olarak kullanabiliriz. Çocuk üzerine giydiği fermuarlı bir ceketi, bebeklik döneminde fermuarları ayrılmış bir şekilde tutarken bir süre sonra fermuarın kilidini takıp karşılıklı yüzlerini birbirine geçirerek fermuarı yavaş yavaş kapatmaya başlayacaktır. İşte bu kapatma işlemi normal bir süreçte dört beş yaşlarında bitecektir. Dış dünya iyi ve kötü nesneler olarak bölünmüş iken, gerçeklik ilkesinin egoda yerleşmesiyle birlikte nesneler arasındaki bağlantının sebep-sonuç mantığı kavrandıkça dünyanın tek bir nesneden ibaret olduğu gerçeği fark edilecek ve kabullenilecektir. Artık iyi ve kötü dünya; iyi ve kötü anne; iyi ve kötü ağabey yoktur. İyilikleri ve kötülükleri içinde barındıran bir anne, baba, ağabey veya abla vardır. Bu da artık dışarıdaki dünyanın, iyilik ve kötülükleriyle bir bütün olduğunun kabullenilmesi sonucunu doğuracaktır. Dolayısıyla bebeğin kendilik tasarımı da, dış dünyanın onda aktive ettiği iyi kendilik ve kötü kendilik kutuplarından yavaş yavaş merkeze gelecek, bir fermuar gibi bu merkezde bütünleşecek ve kapanacaktır. Geçici bir dönem için bir yaşla beş yaş arasında egonun, olaylara tahammül edebilmesi, varlığını devam ettirebilmesi ve ilerideki entegrasyonunu sağlam bir zeminde muhafaza edebilmesi için kendiliği bu şekilde parçalara ayırıp bir süreliğine ayrı ayrı kutuplarda yaşamasına izin verilecektir. Böylelikle zamanı geldiğinde bunlar bütünleştirilerek fermuar kapatılacak ve kendilik ceketinin bir bütün olarak giyilmesi temin edilecektir. Doğal süreç içerisinde, yaşamak zorunda olduğumuz kadere dair bir yazgıdır bu.

Ancak normal gelişim sürecini bozan bir ebeveyn nedeniyle, dörtbeş yaşlarında devre dışı bırakılması gereken bu bölme mekanizması daha sonraki hayata etki edecek kadar varlığını ve geçerliğini sürdürebilir. Özellikle borderline/sınırda kişilik örgütlenmesinin temel kendilik kuruluşunun bölme mekanizması üzerine olduğu artık bilinen bilimsel bir gerçektir. Dört yaşları civarında iyi ve kötü kendiliği birleştirerek entegratif/bütüncül bir kendilik tasarımını oluşturmaktan uzak bulunan bireysel gelişim yapıları, daha sonraki hayatlarında borderline kişilik örgütlenmesi şeklinde yaşamlarına devam etmek durumunda kalmaktadır. Özellikle annenin iyi ve kötü kendilik oluşumlarının mantıksal bir yapı içerisinde oluşmadığı ve annenin iç tutarsızlığının çocuklara yansıtıldığı kaotik aile ortamlarında, çocuklar iyi ve kötü nesneyi birleştirip iyi ve kötü kendiliği entegre etme yeteneğinden veya gelişiminden mahrum kalmaktadırlar. Çocukluk döneminde doğal bir süreç olarak yaşanması gereken bölme mekanizması daha sonraki dönemlerde patolojik olarak varlığını devam ettirmektedir. Bu konuyla ilgili detaylı bilgiyi borderline kişilik örgütlenmesini anlatırken izah edeceğiz.

İyi ve kötü kendilik çocukluk döneminde dış dünyanın tetiklemesiyle oluşan bir süreç olarak içeride yaşantılanmaktadır. Hoşnutluğun ve hazzın doruk noktasında yaşandığı ve iyi nesnenin iyi kendiliği aktive ettiği durumlarda hiçbir sorun yoktur. Ancak kötü nesnenin çocukta kötü kendiliği tetiklediği ve aktive ettiği durumlarda çocuğun ruhsal dünyasında negatif hisler ve duyumlar hâkim olduğundan çocuk bir an önce bu hislerden kurtulmak için, özel bir çaba harcayacaktır. Çocuk kızgınlaşacak, saldırganlaşacak ve bu kötü hislerden bir an önce kurtulmanın yollarını arayacaktır. Bunu bir yandan kötü kendiliğin bir an önce uzaklaştırılması ihtiyacıyla yaparken, diğer yandan iyi kendiliğin kötü kendilik tarafından istila edilerek ortadan kaldırılmasının veya kirletilmesinin önüne geçmek için yapacaktır. Normal çocukluk sürecinde sistem bu şekilde çalışırken, daha sonraki gelişim evreleri olan ergenlik gençlik veya olgunluk yaşlarında ise, dış dünyanın herhangi bir şekilde bireyin iç dünyasındaki kötü kendiliği aktive ederek onu tetiklemesi sonucunda bireyin saldırganlaşması ortaya çıkarılabilmektedir. Birey bu kötü duyumdan veya duygudan kurtulmak için yoğun bir gayret sarf edecek ve uğraşıda bulunacaktır.

Ortada hiçbir neden yokken, bölme mekanizmasıyla ayrı tuttuğu kötü kendiliği aktive edecek veya tetikleyecek dış dünyadan bir uyarı gelmediği halde, bazı bireyler otomatik olarak kötü kendiliğe geçmektedirler. Bunlar, muhtemelen iç dünyalarında tasarımsal varoluşta herhangi bir tetikleyici içsel uyarının (anısal, imajinatif, kokusal, işitsel, görsel, dokunsal, tatsal vb.) etkisiyle, dıştan hiçbir uyarı gelmediği halde kötü kendiliğe geçebilmektedir. Veyahut da geçmiş bölümlerde izah ettiğimiz koşullu refleksler sayesinde, nötr bir uyaranın negatif bir uyaranla eşleşmiş olduğu anısal hafızanın, yine nötr bir uyaranla karşılaştığı Bugünkü gerçeklikte aktive olmasıyla kişi kötü kendiliğe geçebilmektedir.

Bu durumda aşağıda anlatılacak olan yansıtmalı özdeşim savunma düzeneği ile kişi, kötü kendilikten kurtulmanın ve bir an önce iyi kendiliğe ulaşmanın mücadelesini verecektir. Etrafındaki konteynır olarak gördüğü bir insana mevcut şartlarda bir bahane bularak içindeki saldırganlığı veya kötü kendiliğini yükleyerek rahatlamakta ve ardından iyi kendiliğe geçerek duygusal iyilik halini hissetmektedir. Artık sıkıntı ve kötü kendilik, onları yüklediği insandadır; artık o kendi başının çaresine baksın!

 

 

 

4. İdealizasyon

 

 

İdealizasyon savunma düzeneği hepimizin zaman zaman başvurduğu bir mekanizma olmasına rağmen, temel niteliğini borderline ve narsistik kişilik örgütlenmesinde gösterir. Bütün savunma düzeneklerini a ilkellikten olgunluğa, b normallikten patolojiye, c gelişimsel spektrumundaki yerine ve d grupsal birlikteliğindeki işlevlerine göre ele almak gerekir.

Yukarıdaki bağlamlarda idealizasyon mekanizmasını ele almadan önce kendiliğin ilk oluşumuna baktığımız zaman, annenin veya bakım yapan kişinin bebeğe hissettirdiği ilk duygu bebeğin değerli ve önemli olduğu duygusu olduğu görülür. Şöyle bir geriye yolculuk yapacak olursak; çocuğunu çok seven bir anne, kendi uzantısı olarak hissettiği çocuğuna bakarken ve onu kucağında severken sanki ona tapınacakmış gibi onu idealize eder. Çocuğunu o kadar göğsüne bastırır ki sanki onunla kaynaşmak ister. ‘Yiyip yutmak’ ve ‘yalamak’ gibi terimler bir bebek için sevilmenin göstergeleri olarak çok yaygın olarak kullanılan terimlerdir. Bu bebek o kadar değerli ve o kadar önemlidir ki anne bebeği için her zaman kendisini feda edebilir. İşte bebeğin burada hissettiği duygu yüksek, idealize edilmiş bir varlık duygusudur. Bebeğin kendisi sanki tapınılacak kadar yüce bir değeri haizdir. Ona bu değeri veren şey de annenin davranışsal, düşünsel ve duygulanımsal yaklaşımıdır. Bu manada da anne değerli ve yüce bir varlıktır; çünkü onu değerli kılan şeydir. İşte idealizasyon savunma düzeneğindeki çekirdek budur. Hemen bunun zıddı bir durumla, aynı bebeğin kendini değersiz hissetmesi söz konusudur. Bebek altına çiş-kaka yaptığı ve yine uygunsuz bir zaman ve zeminde problem çıkardığında annenin bakışları tamamen değişecek, tapınılacak kadar değerli olan bu varlığa bir pisliğe bakar gibi bakacaktır. Çünkü bebeğin altı pislik doludur. Bu da değersizleştirme savunma mekanizmasının ilk çekirdeğidir.

Bu ilk yapılanmayı gördükten sonra bu mekanizmayı da dört bağlamda ele alabiliriz:

a- İlkellikten olgunluğa

İdealizasyonun en ilkel hali kişinin kendini tapınılacak kadar değerli ve önemli hissetmesi yani tanrı olma duygusudur. Bu duygu, gelişim evrelerimize uygun olarak engellene engellene (früstre edilerek) kişi normal, sıradan bir birey olma konumuna gelir. Normal, sıradan bir birey olma duyguyla, reel hayatın bizden beklediği olumlu ve başarılı rolleri oynadıkça ve bunları başardıkça değerlilik hissimiz bu oranda artar ve içsel olarak hissedilir. Bu sağlıklı bir idealizasyondur. Hiçbir başarı elde etmediği ve gerçeklikle uyum içerisinde olmadığı halde kendini veya nesneyi aşırı idealize eden bir yapı ilkel düzeyde kalmış bir savunma düzeneğini oluşturmaktadır. Bu durum iyi ve kötü kendiliği bütünleştirememiş sınırda kişilik örgütlenmesi ile, iyi kendiliğin aşırı değerlilik hislerinde takılıp kalmış narsistik kişilik örgütlenmesinde primitif düzeyde kendini ortaya koyabilmektedir.

Egomuzun temel varoluşsal nedeni hayatta ve toplum içerisinde saygın bir konumda bulunabilme durumudur. Kişi toplum içinde almış olduğu roller ve bunlardaki başarıları perspektifinden kendine uygun bir konum edinir. Bu konum diğer savunma düzenekleriyle birleştirilerek kişinin kendini önemli ve değerli hissettiği bir sanal sürece dönüştürülür. Bu manada profesör ile kapıcı, fonksiyonları açısından toplumsal planda çok büyük bir hiyerarşik farklılık oluşturmasına karşın; iki birey de işlevsel olarak kendini çok önemli ve değerli hissedebilir. Kapıcı binanın çöplerini toplamadığı, bina sakinlerinin ekmeklerini almadığı ve su ihtiyaçlarını gidermediği zaman bütün bina sakinlerinin acziyet içine düşeceğini düşünerek kendisinin çok önemli olduğu duygusunu yaşar. Bilim adamı da konumunu kendi bağlamında değerlendirir. Şehrin elli kilometre dışındaki bir laboratuarda sivrisineklerin kanat çeşitlerini incelemek üzere otuz yıl harcamış ve yeni sivrisinek türleri bularak literatüre ilave etmiştir. Bu olgu onun için, dünyayı yerinden sarsacak kadar önemli ve değerli bir olgudur. Bilim adamı bu bağlamda kendini çok önemli ve değerli hissetmektedir. Sosyal hayat içinde bulunduğumuz konumlarda, hak ettiğimiz değerlilik hisleri travmatik bir takım yaşantılarla elimizden alınıp yok edilebilir. Bu durumlarda, patolojik olarak duran idealizasyon savunma düzeneği devreye girerek, ‘insanların kendi kıymetini anlayamadığı’ bağlamından başlamak suretiyle mehdilik ve tanrılık iddiasına kadar giden bir idealizasyon mekanizması kurgulanabilir.

Bunun diğer bir bağlamda değerlendirilmesi ise; bireyin, değersizlik hislerini ve başarısızlıkları ortadan kaldırabilmek için bağlandığı nesneleri idealize edebilmesidir. Bu özellikle yansıtmalı özdeşim mekanizmasında çok belirgin olarak kullanılan öncül savunma düzeneğidir. Reel hayatta başarısız olan bir babaya karşı bir erkek çocuk, önce babayı idealize ederek ideal baba imgesini zayıf babanın üzerine yansıtır ve daha sonra da onun gibi olma gayreti peşine koşar. Bunun yansımalarını özellikle ideolojik ve dinsel alanda çok yaygın olarak görmek mümkündür. Bireysel kusurları kapatabilmek, yüce bir idealin aracı olmakla mümkün olmaktadır. Birey herhangi bir ideolojiye veya dinî örgüte bağlanarak yüksek bir idealizasyona hizmet eder. Soyut veya düşünsel anlamdaki bir ideolojiye bağlılık, o ideolojinin her şart ve koşulda idealize edilmesi, kutsanması ve tüm hatalardan arınmış olarak kabul edilmesi gerekliliğidir. Bu durumda karşımıza fanatik, dogmatik ve tabusal bireyler çıkar. Bunu daha da somutlaştırmak isteyen bir birey, ideolojik bir grubun veyahut da dinî örgütlenmenin başındaki lidere çok yüksek değerler atfederek bir nevi o liderde tanrılara özgü bir takım hususiyetlerin bulunduğu şeklinde idealizasyon yapar. Bu şekilde de özlediği kimlik parçasını lidere yükleyerek kendi değerlilik hissini temin eder ve değersizlik duygusunu ortadan kaldırır.

b- Normallikten patolojiye idealizasyon

Yukarıda da bahsettiğimiz gibi toplum içinde aldığımız roller ve bunları başardığımızda aldığımız keyif hissi, normal bir idealizasyon durumunda hissettiğimiz duygulardır. Yaşamımızın temel motivasyonu da bu tip hazlarla dolu olmamızdan kaynaklanır. Bir şekilde değerli ve önemli olduğumuzun yansımalarını almak durumundayız. Bunu ya içsel denetimimizle alırız ya da dışsal yankıyla alırız. Eğer bir başarıyı kendi iç dünyamızda sakladığımıza inanırsak kendimizle gurur duyar ve kendimizi idealize ederiz. Veyahut da bir başarı, bir görev ve üretim gerçekleştirildiğinde, dış dünyada bizi değerli kılacak olumlu yankılar gelmesiyle dış dünyaya bağlı değerlilik hissimiz tatmin olur. Eğer başarılı olan kimliğimiz früstre edilip engellenirse gerileme savunma düzeneği ile birlikte ilkel idealizasyon devreye girebilir. Veyahut da kişilik örgütlenmesinin patolojik kalması nedeniyle patolojik idealizasyon süreci hep devam edebilir.

c- Gelişimsel spektrumundaki yerine göre idealizasyon

Yaşamımızın temelinde hacıyatmaz örneğinde olduğu gibi hep bizi ayakta tutan temel değerlilik hissi bulunmaktadır. Ne kadar dış darbeye maruz kalırsak kalalım, en temeldeki tanrısallık iddiasına kadar gidebilecek olan değerlilik hissi bizi korumakta ve yıkılmamızın önüne geçmektedir. Hacıyatmaz metaforuna daha yakından bakacak olursak, elipsoid bir materyalin (yumurta) geniş tabanına cıva ve kurşun gibi bir metal konduğunda dikliğini hep muhafaza edecektir. Bu bağlamda denizdeki şamandıralar hacıyatmazın bir örneğidir. Hiçbir zaman batmaz hep dik durur, yer çekimi nedeniyle ağırlık merkezi onu dik tutar ve darbelerle eğilirler ama eski konumlarına hemen geri dönerler.

İnsanın ilk temel çekirdeği iyi kendilikten hissedilen idealizasyon ve değerlilik hissi, şamandıranın altında bulunan ağırlık gibidir. Bu bağlamda her insan kendini çok önemli ve değerli hisseder. Bu konu ile ilgili olarak Goethe’nin ilginç bir anekdotunu sizlerle paylaşmak isterim. Tanrıya isyan duygularıyla dolu olan Goethe, Tanrının adaletsizliği üzerine kafa yoruyordu. İnsanların çok çeşitli kategorilerde, sınıf sınıf birbirinden farklılık arzettiğini (fiziksel, zihinsel, zenginlik vb.) düşünüp insanlara kendi akıllarından ve kendilerinden memnun olup olmadığını sordu. Cevaplar hayret vericiydi: Herkes kendi aklını ve kendini çok seviyordu. Yukarıya dönüp şöyle dedi: “Tanrım ne kadar adaletliymişsin!” Anadolu’da bir deyiş vardır. Akıllar pazara çıksa herkes kendi aklını satın alır. Bütün bunlar, temeldeki hacıyatmazın altındaki ağırlığın göstergeleridir. Annemizin bize hissettirdiği önemlilik ve değerliliği oluşturan, kendilik çekirdeğidir. Bu bağlamda annesi tarafından sevilen her çocuk eşit değerliliğe sahiptir. Daha sonraki yaşamında birisinin bilim adamı, birisinin cahil, diğerinin zengin, diğer birisinin fakir ve birinin de yönetici veya yönetilen olması hiçbir anlam ifade etmemektedir.

d- Grupsal birlikteliğindeki işlevlerine göre idealizasyon:

Bu ise, bölme, idealizasyon-devalüasyon, dağılma, özdeşim ve yansıtmalı özdeşim mekanizmalarıyla birlikte işleyen bir grup dinamiği içinde ortaya çıkabilmektedir.

 

5. Devalüasyon

 

Yukarıda da bahsettiğimiz gibi çocuk altına kaka yaptığında anne ona kakaya bakar gibi bakacaktır. Bu da çocukta değersizlik hissini oluşturan bir çekirdektir. Bir insanın kendini böyle hissetmesi kadar kötü bir şey yoktur. Çocuk biraz önceki tanrısallık olarak hissettiği değerlilik hissinin yanında bu şekilde aşağılanmayı ve değersiz görülmeyi anlamlandıramaz. Ve burada ilk savunma düzeneklerinde yer alan bölme mekanizması devreye girerek kendiliği ikiye ayırır. Karşıdaki nesne kendisine olumlu olarak bakıyorsa, iyi nesne kendinde iyi kendiliği aktive eder. Karşıdaki nesne kendisine kötü gözlerle bakıyorsa, kötü nesne kendinde kötü kendiliği aktive eder. Bu bir bilgisayarın iki ayrı sistemle çalıştırılması gibidir. Hangi tuşa dokunulursa o sistem devreye girer. Kakanın ne olduğunu bilmediği, annesinin kendisine niçin negatif hislerle yaklaştığını anlamadığı dönemler geçip de zihinsel yapının olgunlaştığı bir döneme ulaştığında, annenin neden ve niçin negatif hislerle dolu olduğu kavranır. Zaman, mekân ve mantık kurgusu oturur ve kimlik birleşerek kendilik tek bir bütün haline dönüşür. Bu durum dört beş yaşlarında gerçekleşir. Anne veya bakıcının tutarsızlığı bu yapının ya geç olarak bütünleşmesine ya da tamamen ayrı kalmasına neden olabilir.

Hayatımıza devam ederken iyi şeyler yaptığımızda önemli ve değerli olduğumuzu hissederken, kendi kimliğimize ters şeyler yaptığımız zaman da kendimizi kötü hissederiz. Bu, bütünleşmiş bir kendiliğin doğal olarak bize hissettirdiği bir şeydir. Dışarıdaki bir insanın bize bakışları çok önemlidir: Yargıları ve değerlendirmesi büyük önem arzeder. Başkaları bize bakarken veya bizimle ilgili konuşurken olumlu şeyler söylediğinde kendimizi değerli ve önemli hissederiz. Aynı yapı olumsuz şekilde yaklaştığında hiçbir gerekçe olmasa da kendimizi kötü hisseder ve karşı tarafın bu düşüncelerini değiştirmeye yönelik bir gayretkeşliğe düşeriz. Bu da her normal bireyin aktive olan kötü kendilik çekirdeğinden kurtulmak için vermek zorunda olduğu bir savaşımdır. Yargılamanın olabileceği, güç ve otorite olarak bizden üstün insanların bulunduğu ortamlarda hissettiğimiz tedirginliğin kaynağında kötü kendiliğin aktive edilebilme ihtimalinin bulunması yatar.

Normal bir süreçte değersizleşme veya dış nesnelerin değersizleştirilmesi bu bağlamda işlerken, patolojik örgütlenmelerde hastalıklı bir fonksiyon icra eder. Özellikle borderline ve narsistik kişilik örgütlenmesiyle obsesif-kompulsif kişilik yapısında veya manik-depresif yapının depresif tarafında bu mekanizmaları çok net izleriz. Sınırda kişilik bozukluğu (borderline) olan yapıda kötü kendilik aktive olduğu zaman çok değersiz, aşağılık ve pislik gibi bir his duyumlanır. O esnada dünya da çok kötü pis ve kalleştir. Karşıdaki nesneler de aynı şekilde hissedilir. En ilkel devalüasyon/değersizleştirme mekanizması ortaya çıkmaktadır. Narsistik kişilik örgütlenmesinde kendini değerli tutan mekanizmalar hep kendinde kalırken kötü kendilik dış dünyaya yansıtılmış; dış dünya basit, küçük ve değersizleşmiştir. Obsesif-kompulsif kişilik yapısında ya hep ya hiç yaklaşım tarzı kendini bir olayla birlikte ya değerli ya değersiz, ya da karşıdaki nesneyi bir olayla birlikte ya değerli ya değersiz hissedip damgalayabilir. Bu manada olgunun içsel dinamiğindeki değerlilik veya değersizlik derecesi objektif olarak değerlendirilemez. Tersine o olguya bakan gözün borderline mı narsistik mi obsesif-kompulsif mi yoksa manik-depresif mi olduğuna göre o olgu, renkten renge şekilden şekle girerek farklı derecelendirmelere tabi tutulabilir.

6- Yer Değiştirme (Displacement)

 

 

 

7. Başka Şeye Yöneltme

 

“Ağayı dövemeyen eşeğini, eşeği dövemeyen semerini döver.” İd’in libidinal yapısı iki ana parçadan/bileşenden oluşmaktadır: Yaşam ve ölüm enerjisi. Ölüm enerjisini belirleyen şey, bireyin hissettiği agresivitedir. Özellikle dürtülerin engellenmesinde, egonun früstre edilmesinde toplumsal olarak da zor bir konuma düşürülme hallerinde kişi bu duruma tepki gösterecektir. Buna neden olan dışsal bir nesne söz konusu ise bireyin kızgınlığı ve öfkesi o nesneye yönelecek ve kişi rahatlayacaktır. Ama her zaman sistem bu şekilde çalışmamaktadır. Çünkü bireyin agresivitesini boşaltacağı nesne, bu şeyle muhatap olduğunda kişiye daha büyük bir sıkıntı yaratacak bir yansıma oluşturacaksa birey bu eylemden vazgeçecektir. Amiri tarafından fırçalanan memur, komutanı tarafından azarlanan asker, patronu tarafından aşağılanan tezgâhtar, öğretmeni tarafından azarlanan öğrenci kızgınlıklarını buralara yönlendiremeyeceklerdir. Şayet yönlendirecek olurlarsa bunun bedelini çok ağır bir şekilde ödeme ihtimalleri mevcuttur. Birey kızgınlığını ve öfkesini içine gömecek, bastıracak ve olay mahallinden uzaklaşacaktır. Bu ana kadar bir problem yaratılmadan sorun atlatılmıştır. Ancak bir müddet sonra içteki sıkıntı artacak ve deşarj yolları arayacaktır. İçte birikmiş olan potansiyel enerji kendisine çıkış yolları bulmaya çalışacaktır. Bu durumlarda çeşitli şekillerde öfke ve kızgınlık başka yerlere, başka bireylere yönlendirilir. Bulunabilecek ufak bir bahane ile kişi öfkesini veya kızgınlığını kontrolsüz bir şekilde boşaltır. Bu olaya başkasına yöneltme (yer değiştirme) diyoruz. Amiri tarafından fırçalanan memur öfke ve kızgınlığını kendine müracaat eden vatandaştan çıkarabilir. Komutanı tarafından azarlanan asker, daha alt seviyedeki bir askere yönlenebilir. Patronu tarafından aşağılanan tezgâhtar evinde hanımına veya çocuğuna bağırabilir. Öğretmeni tarafından azarlanan öğrenci evde küçük kardeşine vurabilir.

 

 

 

8. Kendine Yöneltme

 

 

Yukarıda verilen biblo örneğinde olduğu gibi, çocuk raftaki bibloya uzanmaktadır. Neredeyse bibloyu alacaktır. Tam o esnada anne bunu fark eder biblonun kırılabilme olasılığına karşı bebeğinden onu kurtarmak amacıyla bibloyu bir üst rafa koyar. Bebek için artık biblo erişilemeyecek uzaklıkta durmaktadır. Tam bu esnada çocuğun ruhunda neler olmaktadır? Epigenetik bir açılımla dünyayı keşfetme, inceleme ve irdeleme ihtiyacı ile parlak ve farklı olan objelere yönelip daha önceden dokunmadığı, eliyle hissetmediği ve ağzına götüremediği yeni objelere doğru kanatlanmaktadır. Bu bir dürtünün yola çıkış hikâyesidir. Dürtü yola çıkmıştır, hedefine doğru emin emin ilerlemektedir. Hedefine doğru gitmenin her saniyesinde hazzı adım adım yaşamaktadır. Bu süreç keyifli bir süreçtir. Dürtü hedefine doğru seyretmektedir. Dürtü, bibloya dokunmak, onu eline alıp sıcaklığını, soğukluğunu, sertliğini, yumuşaklığını, kıvamını ve hatta tadını merak etmektedir. Onu kavramak istemektedir. Bu esnada çocuğun penceresinden baktığımızda hain ve güçlü bir el bu bibloyu bir üst rafa kaldırmaktadır. Erişilebilme ihtimali yüksek ve süreçten yoğun bir zevk alınarak hedefe doğru gidilirken bir anda ağır bir travma yaşanmıştır. Çocuğun fiziksel kapasitesinin sınırlarıyla gerçekleştirebileceği bir dürtü hareketi fiziksel sınırların ötesine çıkmıştır. Bunun adı güçsüzlüktür, çaresizliktir, hazza ulaşırken acı ve elemle yüzleşmektir. Bir ömür boyu yaşayacağı acı ve elemlerin ilk prototipini çocuk burada yaşamaktadır.

Bir ömür boyu çeşitli dürtülerimiz çeşitli hedeflere yönelecektir. Bu hedefleri yakalayabilme, hedeflere ulaşabilme ihtimalinin yüksek olduğu durumlarda bu süreçten büyük bir haz ve keyif alınacak, hedefe ulaşıldığında da haz doruklarda yaşanacaktır. Hedefe ulaşılamadığında ise kişi acı ve elemle karşı karşıya kalacaktır. Çünkü dürtü hedefine ulaşamamıştır.

Tekrar bebeğe dönecek olursak biblonun bir anda ulaşılamayacak bir noktaya taşındığını ve kendi fiziksel yetersizliğinin ortaya çıktığını görünce bebeğin ilk hissettiği duygu anksiyete, bunaltı ve gerilimdir. Hemen ardından ise yoğun bir öfke, ruhunu kaplayacaktır. Öfke kızgınlıktır, sinirliliktir; öfke gazap halidir. Dürtü, bir anda yolunu değiştirmiş bir ateş dumanına dönmüş ve öfkeyle kendisine engel olan kaynağa doğru yönelmiş ateşten bir küre gibidir. Dürtüsüne engel olduğuna inandığı bu nesneye, bu acıyı yaşatmak istemekte ve bu şekilde gerilimden kurtulmaya çalışmaktadır. Ancak öfkesini boşaltmaya çalışacağı nesne annesidir. Anne, karşısındadır, umarsızdır, olayın ciddiyetinden habersiz ve her şeyden önemlisi anne çok güçlüdür ve fiziksel olarak öfke ona ulaşamamaktadır, kızgınlık ona ulaşamamaktadır. Bebeğin gelişmişlik düzeyiyle orantılı olarak bu öfke yüksek sesle bağırmak ve ağlamakla veya anneye savrulan bir iki yumruk ve tekme ile sınırlı kalacaktır. Bu tepki annede hiçbir yankı uyandırmadığı ve annenin dürtüyü engelleyen davranışının değişmediğini görünce çocuk, bu anda bu öfkeyi kendine yöneltecektir. İşte burada kendine yöneltme savunma düzeneği devreye girmiştir. Bebek veya çocuk canhıraş feryatla ağlarken bir taraftan kendi saçını yolabilmektedir. Öfke ile kendini yerden yere atabilmekte ve başını en yakındaki bir cisme veya duvara vurabilmektedir. Ve tüm zarar, kendi vücudu üzenine yönelmiştir.

Peki, burada ne olmaktadır. Burada birçok şey olmaktadır. Bebeğin veya çocuğun yaptığı bu davranışın özünde muhtemelen anneyi cezalandırmak yatmaktadır. Bu nasıl bir cezadır ki; çocuk kendini cezalandırıyor! Kendiliğin oluşum kısmında detaylı olarak aktardığınız gibi bebeğin ilk kendilik çekirdeğinin oluşumunda annenin bebeğe olan sevgi, ilgi ve davranışı çok önemlidir. İyi kendilik ve kötü kendilik bu bağlamda ortaya çıkmaktadır. Anne, çocukta iyi kendiliği oluştururken sanki ona tapılası bir şeymiş gibi yaklaşmaktadır. Annenin çocuğa hissettirdiği şey; dünyanın en güzel, en kıymetli ve en hoş şeyidir ki bu, annenin bebeğidir. Hatta anne bebeği için kendi canından vazgeçebilecek bir özveriyi içinde barındırmakta ve bunu bebeğine hissettirmektedir. Anne için bebeği her şeyden kıymetlidir. İşte bebek sanki bu gerçeğin farkındaymış gibi annenin en sevdiği varlık olan bebeğine yani kendine zarar vermeye çalışır. Kendini yerden yere atıp kafasını sağa sola vururken annenin yüzündeki ifadeyi seyretmek ilginçtir. Anne sanki kendi kafasını ya da başını sağa sola vuruyor ve vücudunu oradan oraya atıyor gibi sıkıntı hissederek çocuğunu sakinleştirmeye çalışır. Anne paniğe kapılır ve korkar ise çocuk bu savaştan galip çıkmış bir edayla kucağındaki biblo ile oynamaktadır, anne bibloyu elleriyle çocuğa teslim etmiştir. Yeter ki çocuk kendine zarar vermesin.

Bu bağlamda bakıldığında kendine acı ve işkence eden, kafasını duvarlara vuran ve intihar girişimi için köprüye çıkan insanlar öfkelerini kendilerine yönelterek aslında sevdiklerinin canını yakmaya çalışmaktadırlar. Aslında yaptıkları, sevdiklerinin gözünde ne kadar değerli ve vazgeçilmez olduklarını test etmek istemektir. Psikolojik hastalıklarda yaşanan birçok klinik tabloda kendine yöneltme düzeneği ile varoluşunu gerçekleştiren, etrafındaki insanlardan intikam alan ve vicdanlarını sızlatan, bu arada kendilerini heder eden birçok hayatı görmek mümkündür.

Kendine yöneltmenin davranışsal, bilişsel, dinamik ve varoluşsal nedenlere bağlı birçok alanını bulmak mümkündür. Biz burada gelişmiş bir egonun belirli bir zaman diliminde kontrol edemediği bir dürtüsü nedeniyle kendi kendini suçlaması bağlamındaki kendine yöneltme savunma düzeneğinden de bahsetmek istiyoruz. Kendi içinde tutarlı bir kimlik geliştirmiş olan bir birey bu kimliği etik değer yargılarıyla ve toplumsal rolüyle uyumlu ve başarılı bir şekilde sürdürmektedir. Toplum onu bu değer ve özellikleriyle tanımakta ve tanımlamakta ve ona bir takım üstünlükler atfetmektedir. Bu üstünlükler ve değerler o birey için vazgeçilmez temel kriterlerdir. Böyle bir yaşantı içerisinde herhangi bir nedenle geçici olarak bu etik değerlere ters düşmüş bir birey, içsel sorgulaması sonucunda kendi kendini cezalandırma amacına yönelik olarak öfkesini kendine yöneltebilir. Yalan söylediği için oruç tutmaktan başlayıp, gayrı ahlâki bir davranış nedeniyle kendi hayatına kıyan bir spektrumuna kadar gidebilecek kendine yöneltme düzeneği faaliyete geçebilir. Veyahut da herhangi bir alandaki başarılarıyla ünlenmiş ve o başarılarıyla anılan bir birey bu başarının (ticaret vb.)elinden gitmesi sonucunda kendi canına kastedip kendini öldürebilir. Bir takım intihar dinamiklerinin arkasında bu tür bir narsist yapılandırma söz konusudur. Sanki bu durumlarda egonun bir parçasını diğer bir parçasıyla cezalandırmaktadır. Bazı durumlarda ceza, süperego eliyle uygulanırken bazı durumlarda toplumun ondan beklemediği davranış örüntüsü şeklinde de açığa vurulmaktadır.

9. Yansıtma

 

 

“Suç samurdan kürk olmuş kimse almamış”, “Kimse yoğurdum ekşi demez” özdeyişleri, insanın kendi egosuna ters bir takım gerçekliği asla kabul etmeyeceğini bildirmektedir. İd’den veya bilinç dışından gelen bir takım talepler ve dürtüler egoya, realiteye ve süperegoya ters ise bu dürtüler zaman zaman yansıtma mekanizmasıyla deşarj yolu bulurlar. Yansıtma mekanizması, bilinçdışından gelen bu istek ve arzuların bireyin egosunu pas geçerek karşıdaki bir nesnede canlanmasını simgelemektedir. Bilinçdışında eşcinsel dürtülerimiz var ise bu dürtüleri kabul etmek yerine etrafta gördüğümüz insanlara eşcinsel damgasını vurmak rahatlatıcı bir unsur olmaktadır. Burada temel olgu şudur: Bireyin egosu içten gelen böyle bir talebe karşı direnmekte, kabul etmemekte ve ona karşı açık ve net bir tavır sergilemektedir. Kişinin egosunun böyle bir isteği arzusu ve talebi yoktur. Böyle bir talep karşısında şiddetli tepki göstermektedir. Böyle bir talebin kendi bünyesi içinde var olmasını bile kabullenememektedir. Böyle bir talep biran önce dışsallaştırılmalı, başka bir nesneye atılmalıdır.

Bunu bir ayna örneğinde ışığın yansıtılması olarak izah edebiliriz. Bilinç dışında var olduğunu söyleyebileceğimiz bir ışık kaynağı, ışığını egoya doğru gönderirken, egoda oluşturulmuş olan bir ayna vasıtasıyla ışık huzmesi aynaya çarpmakta, aynanın derecesine göre ışık ego dışındaki dış dünyadaki bir nesneye yansıtılmaktadır. Birey dıştaki bir nesneye baktığında ışığın yansıyan şeklini bu dış nesnede görecek ve gerçekliğin orada oluştuğunu zannedecektir. Hâlbuki ışığın kaynağı kendi iç dünyasındadır. Bunu bir slayt makinesine benzetecek olursak, bilinç dışına kurulmuş olan slayt makinesine düşmanlık hislerini simgeleyen bir slayt takalım. Buzdağı örneğini hatırlayacak olursak, buzdağının altına yani bilinçdışına konulmuş olan slayt makinesindeki slaydın görüntüsü egodaki aynaya çarpacak, aynadan dışarıdaki bir şahsın üzerine yansıtılacaktır. Orada gördüğümüz şey, şahsın bize düşman olduğudur. Bu mekanizme paranoid bozukluğun temelidir. O insan bize düşman olmayıp, bizim o insana karşı kabul edilemeyen düşmanca hislerimiz vardır. Paranoid bozukluk veya paranoya; bilinçdışındaki düşmanlık, haset, kızgınlık öfke ve diğer taleplerini ego vasıtasıyla dışarıya yansıtarak dışarıdaki insanları suçlar. Dışarıdaki insanlar ona göre onun hakkında düşmanca hisler beslemekte onun hakkında plan ve program yapmayla uğraşıp durmakta ve ona zarar vermeye çalışmaktadırlar.

Eşler arasındaki kıskançlık krizlerinin birçoğunun arkasında da yansıtma mekanizması bulunur. Her şey yolunda giderken günün birinde eşlerden biri diğerinin sadakatiyle ilgili suçlamalarda bulunabilmektedir. Hiçbir objektif delile dayanmayan ve varsayımlarla hareket edilen bu suçlamalarda muhtemelen suçlayan eşin bilinçdışında bir takım dürtüler aktive olmuş ve bunları kontrol edememe kaygısıyla karşı tarafı suçlama meydana gelmiştir. Cinsel dürtüleri konusunda aşırı bir baskıya maruz kalmış ama modern şartlarda yetiştirilmiş bir kızımız, narsist kişilik özellikleri nedeniyle de bu istek ve arzularını karşı cinse açamamıştır. Karşı cinsten kendisine gelen çıkma tekliflerini yine narsist kişilik örüntüsü nedeniyle kabullenememiş ve reddetmiştir. Yıllar sonra yalnızlık içine düşüp, evde kalacağı kaygıları ağırlaştığında ve cinsel dürtüleri yoğunlaştığı dönemlerde etraftaki herkesin kendisine cinsel manada yaklaşmak istediğini, bakışların, duruşların o anlamı ifade ettiğini söyleyerek yansıtma yapmıştır. Bu durum o kadar ileri boyuta ulaşmış ki psikotik bir tablo ortaya çıkmıştır. Bir sivrisinek kelimesinden yola çıkarak sivrisineğin insanları ısırdığını, ısırırken insanların kanını emdiğini, buradaki emme eyleminin cinsel içerik taşıdığını ve yanındaki masada konuşulan ve konuşma esnasında geçen sivrisineğin kendisine yönelik olarak, ‘ben seni emerek sevişmek istiyorum’ anlamı taşıdığını iddia ederek o mekânı sert bir şekilde terk etmiştir. Daha önceki örneğimizde de verdiğimiz gibi ergenlikle beraber babasından uzaklaşmaya çalışan kızımız, babasının kendisine sarılmasının, hediye almasının, kıyafet almasının ve konuşmasının kendisine yönelik cinsel bir talep olduğunu iddia etmekteydi. Burada yine yansıtma mekanizması devreye girmiştir.

Yansıtma mekanizmasının iki alt türünden bahsedilebilir. Birincisinde suçlamanın direkt olarak karşı tarafa yönlendirilmesi: ‘Diğerleri eşcinseldir, yalancıdır, korkaktır, sahtekârdır, aldatmaktadır, haindir, cinsellik düşkünüdür’ vb. İkinci tipte ise, ‘diğerleri benim hakkımda böyle düşünüyor ama ben böyle değilim’ bağlamındaki yansıtmadır: “Benim erkek düşkünü olduğumu zannediyorlar ama hiç alakası yok. Bana eşcinsel diyorlar ama asla alakası yok. Bana tembel diyorlar ama ben tembel değilim. Bana dolandırıcı diyorlar, ne alakası var!” Normal yapılarda doğal süreç içerisinde yansıtma mekanizmasını çok doğal kullanırken patolojinin ağırlaştığı klinik tablolarda ikinci tip yansıtma mekanizmasının çok belirgin olduğunu görmekteyiz.

 

 

10. Özdeşim (Identification)

 

Bilindiği gibi egonun savunma düzenekleri; egonun, id’in dürtüsel baskısına, süperegonun yargılamasına ve gerçekliğe uyum gösterebilmek için yapmak zorunda hissettiği ve bilinçdışı bir süreçle otomatik olarak meydana gelen savunmalara verdiğimiz isimdir. Bu bağlamda savunma düzenekleri ilkelden olguna, patolojik yapılanmadan normal yapılanmaya geçen bir spektrum içinde çeşitli şekillerde ortaya çıkabilmektedir. Özdeşim savunma düzeneği, normal gelişim süreci içindeki bir bireyin yapmak zorunda olduğu, egonun ve kendiliğin oluşması için gerekli kurucu temel unsurlardandır. Özdeşim doğal, normal bir süreçtir. Özdeşimin fonksiyonunu ve yerini kavramak için bu spektrum her zaman göz önünde bulundurulmalıdır. İçe atım savunma düzeneğinde anlattığımız gibi, ilk nesne tasarımları iç dünyaya alınmaktadır. Bu nesne tasarımlarından sonra ilk kendilik çekirdeği oluşmakta, bu ilk kendilik çekirdeği iyi ve kötü kendilik olarak ayrışmakta, daha sonra da birleşmektedir. Kendilik çekirdeği bireyin ilk duygusal bütünlüğüdür. Bu duygusal bütünlüğün nesne ile ilişkilerinde, nesne uzantıları gereklidir.

Nesne ile iletişimin nasıl oluştuğunu anlattığımız ilk dönem sürecini hatırlayacak olursak burada ilk ilkel özdeşimlerden bahsedilebilir. Çocuk anne ve babasının veya bakıcılarının nesne ile ilişki modellerini örnekleyerek modelleyip ilk özdeşim örneklerini bize sunmaktadır. Bu özdeşim modelleri, seçicilikten uzak biraz rastgelelik oluşturmaktadır. Özellikle iki yaşından sonra modelleme aynı olmasına rağmen, ayrışmanın getirdiği farklı karar verme mekanizması meydana gelmektedir. Nesneye anne veya baba gibi yaklaşmakta ama ne zaman ne kadar süreyle yaklaşacağının veya yaklaşmayacağının kararını kendi vermektedir. Nesneye yaklaşım şekli bir modelleme veya özdeşim iken onun zaman ve zeminini belirleme bireysel bir tercih ve farklılaşma anlamı taşımaktadır.

Bebek, üç yaşını tamamlayıp dört yaşı civarına geldiğinde cinsel kimliğinin farkındalığı, motor ve zihinsel gelişiminin olgunlaşması sonucunda daha olgun özdeşim mekanizması kullanır. Bu dönemde kız ve erkek ayırdına varan çocuk kendi cinsinden ebeveyniyle tam bir özdeşime girerek gerçek manada olgunlaşmış bir özdeşimi devreye sokar. Kimliğin oluşumu nesne tasarımlarının içerde şekillenmesinin yanında yaşantılanan duyguların izdüşümlerinin ve modellenen özdeşim kaynaklarının tamamının veya bir parçasının içe alınmasıyla şekillenmektedir. Bunu bir örnekle anlatacak olursak, bebek bir yaşından itibaren bir kimlik oluşturma sürecine girmiştir: Bu büyük bir hamur teknesi içinde kendine has bir kek hamuru oluşturmaya benzetilebilir. Hamur teknesi bebeğin boş olan zihinsel dünyasıdır. Zihinsel dünyaya hamuru oluşturacak un, şeker, yağ, kakao, fındık ceviz kuru üzüm, yağ vs. gibi bir kek için gerekli olan muhtelif çeşitte ve muhtelif miktarlarda malzemenin konması ve bunun bir karışım içerisinde karıştırılması; belirli miktarda su, süt veya meyve suyunun ilave edilmesi ve ardından bunun belirli ısıda, belirli sürede pişirilmesi gerekir.

Bunların hepsi bir kimliğin oluşumu için izah edilebilecek metaforik bir araçtır. Zihinsel tekneye anne ve babanın modeli alınarak, ilk kek hamuru hazırlanmaya çalışılır. Bu hamur çok ilkel ve çok basittir. Cinsel kimliğin gelişimiyle birlikte kek hamuruna yeni ilaveler yapılır. Cinsel farklılığın getirmiş olduğu davranışsal modeller, ilgili ebeveynden alınarak hamur teknesine boca edilir. Bu arada hamur teknesinde habire karışım sürmektedir. Çocuk bireysel farklılığının veya farkındalığının getirdiği istekle yeni rol denemeleri yaparak etrafında gördüğü her insandan bir takım düşünsel, davranışsal ve duygusal kalıpları alarak hamur teknesine boşaltır. Hamurun niteliği ve niceliği her gün değişmektedir. Oyun ve okul çağında bu modellemeler daha yaygın olarak kullanılarak daha zenginleştirilir ve daha spesifikleştirilir. Ergenlikte ise hamura son şekli verilir. Ergen insan çeşitli rol denemeleri ile sanki o hamurun tadına bakarak hangisinin en iyi tadı vereceği düşüncesiyle çeşitli kek maddelerini hamura ilave eder. Bunlar, ergen insanın ergenlik dönemindeki rol denemeleridir. ‘Pişirilen kek fındıklı mı cevizli mi meyveli mi kakaolu mu yoksa sade mi olacak?’ Bu son şekil de verildikten sonra ergenlikle birlikte kek pişmeye bırakılır. Artık kimlik oluşmuştur. Bundan sonraki özdeşimler kekin üzerinin süslenmesi ve ikramıyla ilintili olarak estetik yapıyla alakalıdır ki bunlara makyaj ya da aksesuar diyebiliriz. Kek metaforundan yola çıkarak normal bir özdeşim sürecinin sağlıklı bir zeminde nasıl çalıştığını anlattık. Bu açıdan bakınca herkesin kek hamurunun bir diğerinden bir tat ve ton farkına sahip olduğunu görmek mümkündür. İşte bu ton ve tat farklılığına kimlik ve kişilik dediğimiz, sürekliliği ve tutarlılığı olan bir yapıyı meydana getirmektedir.

Özdeşim sürecinin normal gitmediği bir yapılanma da söz konusudur. Düşünün ki bir kekin lezzetli olabilmesi için içindeki malzemenin ahenkli ve birbiriyle orantılı olması gerekir. Tatlı bir kek hamuruna boca edilmiş bir poşetlik tuzun, o keki ne hale getirebileceğini düşünebiliyor musunuz? Veyahut da bir poşet karabiber veya kırmızı biberin, bir kek hamurunun içine döküldüğünü tahayyül edin. Buradan şunu anlatmak istiyoruz: Kimlik, kendi içinde tutarlı olursa lezzetlidir, ahenklidir ve sağlıklıdır. Kimliğin yapı taşları olan anne ile babanın nesne ilişkilerindeki patolojik yaklaşımları, çocuk tarafından modelleme yoluyla özdeşim yapılacağından çocuğun kimlik oluşumu hatalı ve hastalıklı olacak; yani pişirdiği kek tatlı, acı ve tuzluyu birlikte barındıran acayip bir yapı arz edecektir.

Burada vurgulamak istediğimiz şey çocuğun etrafındaki rol örneklerinin veya özdeşim yapabileceği bireylerin tutarlı ve birbiriyle ahenkli kimlik örüntüleri içerip içermediği konusunun çok önemli olduğudur. Bu, çok çeşitli bağlamlarda değerlendirilebilir. Bir aile içerisinde çelişkilerle dolu nesne ilişkileri, kültürel farklılıklar, kuşaklar arası farklılıklar, kırsal-kentsel farklılığı, gelenek-modernite farklılığı ve inanç spektrumunun değişimi kimliğin oluşumunda ya ahengi yakalayacak ya da çelişkilerle dolu bir yapıyı meydana getirecektir. Bu bağlamda yapının doğruluğu veya eğriliği değil, birbiriyle ahenkli olup olmadığı önemlidir. Kimliğin önemli ihtiyacı kendi içinde tutarlı ve ahenkli bir yapının oluşturulabilmesidir. Kırsal, geleneksel, eğitimsiz bir aile ve çevre içinde yetişmiş bir kimlik, ahenkli ve tutarlı bir kimliği sergilerken; kente göç etmiş, varoşlarda yaşayan, nesne ilişkilerini kırsal değer yargılarına göre oluşturmuş ve moderniteye göre yaşama gayreti içerisinde olan bir çerçeve, kimliğin oluşumunda çok ciddi sıkıntılara, çelişkilere ve tutarsızlıklara neden olacaktır. Bu da birçok patolojinin doğumuna kaynaklık edecektir. Bu durum, özellikle kültürel bir değişim içinde bulunan toplumlarda çok ciddi bir kaos ve anarşik bir yapının zeminini oluşturacaktır. Bütün kavramlar kaotikleşecek, nesneler havada uçuşacaktır.

Özdeşleşmenin bir başka boyutunda, kişinin yaşadığı süreçte yaşantıladığı hayatı da, kimliğini belirleyen temel etkenlerden biri olur. Birey her ne kadar etrafındaki insanlardan model alarak bir kimlik oluşturuyor ise de bireysel özerkliği, çerçevesindeki hayatın içinde bizzat var olmasında ve nesne ile direkt bir iletişim içinde olmasındadır. Bu iletişiminde nesne ile arasında çıkacak olan ciddi problemler ve sorunlar, kimliği bir başka alana kaydırabilecek veya uyumsuzluk oluşturabilecek etkileri meydana getirebilmektedir. Çok güzel bir kek hamuru hazırlayan ve kimliğini ahenkli bir şekilde sürdüren bir çocuk henüz ergenliğine ulaşmadığında veya ergenlik döneminde, cinsel bir tacize maruz kaldığı, grup önünde aşağılanacak bir pozisyona düştüğü, fiziksel bütünlüğünü tehdit edecek bir tehdit veya kazaya maruz kaldığı, çok sevdiği nesnelerin elinden gittiği veya onları kaybettiği zaman bunlar, çok ciddi kimliksel değişimlere neden olacaktır. Bu da kimliğimizi oluşturan kek hamuru içine düşmüş olan bir tornavida, bir pense, bir jilet ve bir bıçak etkisi gösterecektir. Ve bu yapılar ne kadar harmanlanırsa harmanlansın kek hamuru içerisinde hazmedilemeyecek ve hep aykırı kalacaktır. İşte bireyin yaşamış olduğu bu travmatik hadiseler bireyde ömür boyu etkilere neden olacaktır.

Özdeşimde en önemli unsur çocuğun özdeşim yapabileceği rol örneklerinin, sağlıklı bireyler olup olmadığıdır. Eğer çocuğun önündeki bireyler hastalıklı ve kişilik bozuklukları içeren yapılar ise, kişi bu yapıları kopyalayacaktır. Ergenlik döneminde bu yapıları tekrar harmanlayarak yeniden bir kombinasyona tabi tutma imkânı vardır. Özellikle ergenlikte, kimliğin yeniden harmanlanması döneminde kısa sürede köşe dönücülük, bir anda zengin olma, bir anda üne kavuşma ve şöhret olma gibi cazip gelen istek ve arzular çocuğun önünde sağlıksız rol örnekleri olarak durabilir. Bu nedenle bir genç mafyacılığa soyunup onunla özdeşleşebilir. Çaresizliğini ve öfkesini seri cinayetler işleyen bir katille özdeşleştirebilir. Hiç bir yeteneği olmadığı halde kendisini ünlü bir şöhretle özdeşleştirip psikopata yakın bir tabloya girebilir. Çocuğun önünde olumlu rol özdeşim imkânları var ve bunlar çevre tarafından destekleniyorsa özdeşimler sağlıklı bir süreçte devam edecektir.
Ergenlikte kimlik netleştikten sonra özdeşimler bir başka boyutta devam eder. Burada kimliğin değişimi söz konusu değil sahip olunan kimliğin olgunlaşarak daha yüksek özdeşim örneklerine öykünüp onlar gibi olma gayretleri vardır. Bu belki ömür boyu süren sağlıklı bir süreçtir. Sürekli yenilenme ve dinamizm içerir.

 

11. Yansıtmalı Özdeşim (Projective Identification)

 

 

Yansıtmalı özdeşim mekanizması borderline kişilik örgütlenmesinin kullandığı, zaman zaman da obsessifkompulsif kişilik yapısının ve normal insanların başvurduğu bir savunma düzeneğidir. Yansıtmalı özdeşim mekanizması, yansıtma-savunma düzeneği ile özdeşim-savunma düzeneğinin birlikte kullanıldığı bir savunma düzeneğine işaret etmektedir. Yukarıda yansıtma ve özdeşim mekanizmalarını izah etmiştik. Hatırlayacak olursak yansıtma, bilinçdışındaki dürtülerin ego veya süperego tarafından kabul edilmemesi sonucunda, sanki bir projeksiyon cihazından slaydın bir perdeye yansıtılması gibidir. Projeksiyon cihazından slayt veya görüntü filmi cihazın içindeyken, yansıtma sayesinde bir görüntüyü hiç bağlantısı olmayan bir perdede izleriz. İşte bireyler de kendi iç dünyalarında kabullenemedikleri kimlik ve kişilik özelliklerini başkalarının üzerine yansıtarak orada görürler. Karşı tarafı bu görüntü nedeniyle suçlayarak bunun kendilerine ait olmadığı şeklinde bir iddia ile rahatlama yolunu seçerler. Eşlerini kendilerini aldatmakla suçlayan, başkalarına eşcinsel damgası vuran, başkalarının yalancı, dolandırıcı ve sahtekâr olduğunu ısrarla iddia eden birçok insan kendi bilinçdışı istek ve arzularını karşı tarafa yansıttığının farkında değildir.

Özdeşim ise dışımızdaki bir takım bireylerin bir takım özelliklerinin içe alınarak egonun içerisinde hazmedilmesi ve kendilik tasarımların eklemlenmesiyle oluşan bir süreci simgelemektedir. Yürüyüşümüz babamız gibi, konuşmamız öğretmenimiz gibi, futbol oynamamız meşhur bir futbolcu gibi ve saç stilimiz bir artist gibi olabilir. Bunların hepsi özdeşimlerin canlandığı alanlardır.

Klasik dinamik yapıda yansıtmalı özdeşim basit anlamıyla kullanılmamaktadır. Özellikle ödipal dönemde ve ergenlik döneminde çocuk veya genç, görmek istediği ebeveyn modeli veya türevlerini tasarımladığı şekilde onlara yansıtır. Bilgi işlemede sistematik hataların yardımıyla bu yansıtmasını mantıklı bir sürece oturtur. Eğer bir genç babasını yüce, kudretli ve muhteşem bir şekilde algılamak istiyorsa baba da bu gerçekliğin çok ötesinde zayıf, aciz ve zavallı ise, tüm bu gerçeklik yadsınacak ve onun yerine kudretli bir baba imajı hayali olarak yaratılacaktır. Babanın öyle olduğu zannedilecek ve buna inanılacaktır. Hemen ardından o baba gibi olmak için mücadeleye girişilecektir; özdeşim düzeneği, hayali kurgulanan ve yansıtılan baba modeli üzerine olacaktır. Bu gerçek manada bir yansıtmalı özdeşim savunma düzeneğidir. Olmayan bir materyalden sanal dünyada bir varlık oluşturulmakta ve o varlığa öykünülmektedir. Bir vakamızda çok başarılı ve yetenekli bir subay, bir takım sorunlar nedeniyle bize gelmişti. Bu subay mesleğinde çok başarılı, birçok madalya sahibi ve çok yetenekliydi. Her başarısının akabinde babasını arıyor, öncelikle babasına başarılarını bildiriyor ve onun takdirlerini alıyordu. Babasını anlatmasını istediğimizde bize çizdiği portrede çok akıllı, çok zeki, çok kültürlü ve aydın, çok iyi bir idareci ve kitap yazarı olan bir şahıstan bahsediyordu. Hiçbir zaman babası gibi olamadığını, onun gibi başarılar elde edemediğini ve ona hayran olduğunu ifade ediyordu. Babayı tanıdığımızda onun Anadolu’da beş on bin nüfuslu bir ilçede, ortaokul öğretmenliğinden emekli ve emekliliğini o ilçede geçiren bir şahıs olduğunu gördük. Oğlunun sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik yapısı babanın konumunun çok üstündeydi. Ama oğlu kendisini ondan aşağıda görüyordu. Bu vaka, yansıtmalı özdeşime iyi bir örnekti.

 

 

a. Kötü kendilik aktarımı olarak yansıtmalı özdeşim:

 

 

Kötü kendilik aktarımı olarak yansıtmalı özdeşim bunların ötesinde, bunların üstünde, bunlardan fazla bir şeydir. Yansıtma ve özdeşim savunma düzeneklerinin bir araya geldiği bir savunma düzeneği değildir. Bu kavramı teknik terim olarak anlamaya çalışmak bizi kavramın içeriğini anlamaktan uzaklaştırabilir. Yansıtmalı özdeşim, öz itibariyle kendilik gelişim evrelerinde dört yaşına kadar sürdürülen bölme mekanizmasının çeşitli nedenlerle daha sonraki yaşam evrelerinde varlığını devam ettirmesi sonucunda ortaya çıkar. İleri yaşlarda kötü kendiliği aktive olmuş bir birey dayanılmaz bir ıstırap içindedir. Kendisini çok kötü hissetmektedir. Bebeklik döneminin izahıyla anlatırsak, annenin ona kakaya bakar gibi baktığı duygusu zihinlerde nakış gibi işlenip kalmıştır. Kötü kendilikte olan bir birey kendini bir pislik gibi değersiz iğrenç ve kötü hissedecektir. Bu, söz itibariyle bir pis olma hali değil kişinin gerçekten kendini pislik gibi hissetmesidir. Kişinin yaşadığı acıyı ve ıstırabı anlayabilmek için tüm insanların ve çevrenin sizi pislik gibi algıladığını hissetmeye çalışırsak bu bireyin algıladığı acıyı anlayabilmek mümkün olmaktadır.

İşte bu çaresizlik içine düşen ve bu koyu karanlıkta perişan olan birey kendine çıkış yolu arayacaktır. Patolojik bir sürecin içinde var olan yapı, egonun koruyucu, kollayıcı ve dengeye getirici fonksiyonları nedeniyle yeni bir savunma düzeneği üretmek ve bireyi bu durumdan kurtarmak zorundadır. Bu da yansıtmalı özdeşim savunma düzeneği ile mümkün olabilmektedir. Bu kötü halini bir an önce yükleyebileceği etrafında bir birey bulmak zorundadır. Bu birey, kendisinin iyi kendilik halini tanıyan, bilen ve iyi kendilik halinin o kişiye hissettirdiği hoşnutluk ve memnuniyet duygularını yaşantılamış birisi olması gerekir. Bu memnuniyetin karşılığında verilecek olan acı ve ıstıraba o kişinin tahammül etmesi gerekir. Kişi kötü kendiliğe geçtiğinde etrafında böyle bir birey arar. Bu birey ya çok yakın bir dostu ve arkadaşı, ya partneri veya eşi ya da aile fertlerinden birisidir. Yani onun nazını çekebilecek onun bu sıkıntısını yüklenebilecek; yani ona karşı bu fedakârlığı yapabilecek herhangi birisi olmalıdır. Böyle bir birey tespit edilip bulunduktan sonra işlem devreye sokulur.

Bu mekanizmayı kavrayabilmek için simgesel bir tasarımdan yararlanmak istiyorum. Gümrüklerde mal yüklenen konteynırları biliriz. Konteynır bir kutu olarak, içine her türlü malın yüklendiği ve yüklemeden sonra kapaklarının kapatıldığı ve ilgili ülkeye gönderilmek üzere yola çıkarılan ana büyük taşıma kutularıdır. Bu taşıma kutularını yansıtmalı özdeşimin yapılacağı bireye benzetebiliriz. Bu bir kurban seçimi olayıdır. Civardan kurban seçilmiştir. Bu ya bir eştir, ya bir aile ferdidir veya bir arkadaştır. Kişi kötü kendiliğe geçtikten sonra etrafında kurban olarak gördüğü bireye yani konteynıra yaklaşır. Amacı o konteynıra kendi içindeki malı yüklemektir. Bu, şuurlu bir eylem değildir. Savunma düzenekleri bilinçdışı ve otomatik olarak çalıştığından kişi bunun farkında ve ayırdında değildir. Bu bağlamda kötü kendilik içinde bulunan birey kurbanına yani konteynırına yaklaşır. Olay artık nettir. Karşıdaki bireyi herhangi bir şekilde suçlayacak ve kışkırtacak rasyonel malzeme bulmak gerekir. Bu malzeme o anda konteynırlığı yüklenecek olacak kişinin bir mimiği bir hareketi bir sözü bir davranışı üzerine kurulacak olan bir teori olabildiği gibi geçmiş günlerde veya yıllarda yaşanmış olan bir kavganın veya anlaşmazlığın o güne taşınarak tekrardan bir kavga ortamının oluşturulması tesis edilmeye çalışılır.

Konteynır olacak kişi başlangıçta bu tip sataşmaları algılayamaz, anlayamaz ve bunlara önem vermemeye çalışır. Bir süre sonra sataşmaların dozu artar, gerilim yükselir ve tahripkâr üslup her yönüyle devreye girerek karşı tarafı tartışmanın içine çekmeye çalışır. Rasyonel bir kimliği temsil eden karşı taraf olaya mantıksal bir şekilde yaklaşmaya, olayı izah etmeye, kendi perspektifinden haklılığını ispata çalışırken borderline taraf saldırganlığını artırıp tahrike devam ederek en masum insanı bile çileden çıkaracak bir duygusal süreçle karşı tarafı o kadar güzel manipüle eder ki; bir süre sonra farkında olmadan kurban olarak seçilen konteynır birey kendisini tam bir cehennemin içinde bulur. Anlaşılamamanın ve anlatamamanın verdiği acı ve ıstırapla kendisini korumaya çalışan birey acımasız bir şekilde saldırıya uğradığını gördükçe şaşkınlığa düşer ve aynı karşı tarafın yaptığı gibi primitif bir saldırgan ve öfke üslubunu benimser. İşte bu an çok önemli bir andır. Kötü kendilik içerisinde olan kimlik hissetmiş olduğu tüm duyguların (öfke, kızgınlık, nefret vb.) hepsini konteynırına yüklemiş ve karşı tarafın gözlerinde şimşek şimşek çakan öfke ve kızgınlığı görebilir hale gelmiştir. Bu andan itibaren kötü kendiliğin karşı tarafa yüklenildiğinden emin olunarak kavga bir kapı çarpmasıyla veya mekân terk edilerek bitirilir ve olay mahallinden bir süre uzaklaşılır.

İlginçtir ki bu andan itibaren kötü kendiliği hisseden borderline kişilik, kendini kuş kadar hafif ve rahat hisseder. Haklı bir savaştan çıkmış ve huzur içerisinde hayata dönmüştür. Ancak karşı taraf onon beş dakika içinde olmuş olan tüm bu olayları anlamaktan aciz, şaşkın, perişan, kötü kendiliğin yükünü tamamen omuzlarında hissederek bezgin bir şekilde odada kalmıştır. Bir süre sonra iyi kendiliğe geçmiş olan borderline kişilik dönüp gelerek biraz önce yükleme yaptığı kurbanına yaklaşır ve ona şaşkın ifadelerle bakar. Çünkü karşıdaki kurban öfkeli kızgın ve çaresiz bir şekilde çok kötü durumdadır. Borderline kişilik bunu anlayamaz ve algılayamaz. Çünkü o anda kendisi o kadar rahattır ki karşısındaki kişinin niye böyle olduğunu idrak etmekten çok uzaktır. Evet, biraz önce bir tartışma olmuş, bir takım konuşmalar geçmiştir aralarında ama bu kadar üzülmenin, bu kadar çileden çıkmanın ve bu süreci bu kadar devam ettirmenin anlamı yoktur. Olay bitmiştir. Çünkü borderline kişilik, duygusal olarak iyi kendiliğe geçmiş, o anda kötü kendiliğin duyumlarının hiç birinden haberdar değil ve onu hissedememektedir. Olay, sadece bilgi bazında hafıza kayıtlarında mevcuttur. Bu da biraz önce yapılan kuru kuruya bir tartışmadır. Ama karşı taraf; yani kurban, yani konteynır normal bir birey olduğu için biraz önceki olayın duygusal boyutunu yaşamakta ve bilgisel boyutunu da muhafaza etmektedir. Bunu hazmedebilmesi için uzunca bir zamana ihtiyaç duymaktadır. Tüm bu olan bitenlerden sonra borderline kişilik sanki yüzsüz bir insan gibi gelip biraz önce perişan edip mahvettiği bu bireyi sinemaya davet edebilmekte, yemeğe gitmeyi önermekte veya birlikte eğlenebileceklerini ifade etmektedir. Bu durum kurbanın kafasını daha da karıştırır.

Kötü kendiliğin geçici olarak bir başkasına boca edilmesi anlamındaki yansıtmalı özdeşim mekanizmasını daha iyi kavrayabilmek için süreci biraz daha yakından irdelemek uygun olur kanaatindeyim. Savunma mekanizmaları birbirlerinden izole ve bağımsız yapılar olmayıp ikili, üçlü, dörtlü veya daha fazla kombinasyonlar oluşturabildiği gibi tek bir savunma mekanizmasının şiddet derecesinin farklılığı da söz konusudur. Yansıtmalı özdeşimde durum biraz daha karmaşıklaşmakta, biraz daha kaotik bir boyut almaktadır. Bunun da nedeni, olgun savunma mekanizmalarından başlayan bir spektrum başlangıcının, en ilkel savunma mekanizmasına kadar ulaşan spektrumun diğer bir uç noktasına ulaşması olabilmektedir. Yani yer değiştirme (displacement) savunma mekanizması, bireyin hissettiği saldırganlığı, öfkeyi ve kızgınlığı bir bahane bularak bir başkasına boşaltma iken, yansıtmalı özdeşim bunun daha ağır bir boyutta kötü kendiliğin bir başkasına yüklenmesini içermektedir. Spektrumun en ağır ucuna ulaşırsak orada da psikotik olarak kimliğin tamamen bir başka şahısta canlanması ve değiştirilmesi söz konusudur. Bu, bir spektrumun dereceli olarak değişimini gösteren bir tablo gibidir.

Bu spektrumu ‘yer değiştirme’ noktasından başlayarak izah etmeye çalışırsak; yukarıda da izah ettiğimiz gibi yer değiştirme savunma mekanizması herhangi bir nedenle öfke ve kızgınlık içerisinde bulunan bir bireyin öfke ve kızgınlığını, bunu oluşturan kaynağa boşaltamaması sonucunda gücünün yettiği kişi veya kişilere yönlendirmesine verdiğimiz isimdir. Basit bir örnekle bunu açıklayacak olursak amirinden fırça yiyen bir memur, amirine karşı büyük bir öfke ve kinle dolu olduğu halde bu duygularını ona ifade edememektedir. Öfke ve kızgınlık duygularıyla dolmuş bir vaziyette masasına oturan bu memur, içindeki bu sıkıntıyı hafifletebilmek için o sırada çay dağıtımını yapmakta olan hizmetliye bir bahane bularak bağırıp çağırmaktadır. Bu olay tipik yer değiştirme savunma düzeneğidir. Ego bu şekilde rahatlamıştır.

Borderline kişilik örgütlenmesinde ise kişinin egosu lokal bir negatif duygu içinde değildir. Genel yaşamın içinde arızî veya istisnaî olarak ortaya çıkan bir şarta bağlı bir öfke ve kızgınlık içinde değildir. Bunun yerine dünyayı iki kategoride algılayan bölünmüş ego yapısı ya siyahtadır ya da beyazda; ya iyidedir ya da kötüde; ya mutluluktadır ya da mutsuzlukta; ya sakinliktedir ya saldırganlıkta. Bu duygulardan iyi kimliği temsil eden iyi kendiliğe sahip olduğunda bu, organizma için hoşnutluk, rahatlık ve denge halini temsil etmektedir. Kişinin buna bir itirazı yoktur, ego ile uyumludur. Ancak birey bölünme mekanizması nedeniyle kendiliğinin kötü kısmına geçmiş ise organizmanın dengesi bozulmuş ve denge arayışı için bir araştırmaya koyulmuştur. Kişi bir an önce dengeye gelebilmek için kötü kendiliğin kendine hissettirdiği duygulardan sıyrılmalıdır. Ama sıyrılmaya çalıştığı bu duygular kendisinin bir parçasıdır. Eli, ayağı, gözü gibi ruhunun bir uzantısıdır. Bunu kaldırıp atamaz. Hâlbuki yer değiştirme savunma düzeneğindeki kızgınlık ve öfke, kişinin egosunda emanet durmaktadır. Emanet duran bu nesneyi hemen bir başka yere gönderme lüzumu hissetmektedir. Bu duygu organizmaya, kendiliğe ve benliğe yabancıdır ve istenmeyen bir şeydir. Hemen bir başkasına atıldığında kişi rahatlar. Burada en ilginç olan nokta, öfkenin deşarj edildiği kişi veya kişilerin bu duygulardan etkilenip etkilenmediğinin önemli olmamasıdır. Kişi içindeki sıkıntıyı bir başka tarafa boşaltmıştır. Karşı taraf bunu almış mı almamış mı bunun hiçbir önemi yoktur.

Borderline yapıda kötü kendiliğin başka tarafa yönlendirilmesi, Yer Değiştirme’de olduğu gibi değildir. Borderline, kendi uzantısı olan ruhunun bir parçasına emanet bir yer aramaktadır. Bu emanet yer sağlam olmalıdır, bu yükü kaldırabilmelidir. Yükü aldığına dair cevabı, geri bildirim olarak bildirmelidir. Kötü kendilik kurban olarak nitelendirdiğimiz kişiye yönlendirilip ona yükleme yapılmaya başlandığında bir müddet sonra kişinin bir parçası yavaş yavaş karşı tarafa yüklenmektedir. Bu yüklenme sanki vücutta biriken fazla elektriksel yükün kişinin kendini yakmasını önlemek için bir başka emanet alanda toplatılması gibidir. Burada can alıcı nokta; kişi kendi hissettiği kötü kendilik duyumlarının aynısını karşıdaki kişinin yüzünde, mimiklerinde sözlerinde davranışlarında ve duygularında hissettiği anda kötü kendiliğin karşıya yüklenmesidir, kişi bu andan itibaren iyi kendiliğe geçebilir.

Borderline’ın kötü kendiliğini yüklemesi derece derece farklılık arzedebilir. Früstre edilmiş (engellenmiş) bir kimlik, dayanma kapasitesi düştüğü için tetiklenerek acilen bir konteynır arayışına girebilir. Bu durumda etrafında bulduğu konteynırına yükleme yapar. Herhangi bir früstrasyon (engellenme) olmadan dışsal bir nesnenin çağrışım zinciri ile birey kötü kendiliğe geçebilir. Veyahut früstrasyon dışsal bir uyarıcı olmadan ve tetikleyici bir faktör bulunmadan da kendi içsel tasarımları ve düşünce süreçleri içerisinde kişi kolaylıkla kötü kendiliğe geçip o negatif duyguların etkisi altında kalabilir. Tüm bu durumlarda konteynıra, hissedilen duygu oranında bir yükleme yapılmaktadır. Burada belki iki alt gruptan bahsedilebilir. Birincisi; kişinin yüklendiği negatif yükün şiddet derecesine göre kötü kendiliğin boşaltılma şiddet derecesinin değişmesi, ikincisi ise bölme mekanizmasının çok daha primitif düzeyde kalmasına bağlı olarak geçişlerin ani ve şiddetli olmasıdır. Burada kastettiğimiz birinci anlamda, içsel veya dışsal nedenlere bağlı olarak bireyin dengesinin bozulmasının veya etkilenmesinin şiddet derecesi söz konusu iken, ikinci bağlamda kişinin kendilik gelişiminin olgunlaşma sürecinin primitifliği veya olgunluğuna bağlı olarak bir şiddet derecesinden bahsedilebilir. Bunu klinik vakalarda net olarak görmek mümkün olmaktadır. Örneğin bazı borderline kişilik örgütlenmelerinde früstrasyonun şiddet derecesine göre tepkinin veya yüklemenin ağırlığı bununla orantılı bir şekilde değişmektedir. Bunun yanında ikinci grup borderline kişilik örgütlenmelerinde bölme mekanizması herhangi bir olgunlaşmaya uğramadığından çok ufak früstrasyonlar, çok ağır patlamaları ve yüklemeleri meydana getirebilmektedir

 

 

 

b. Dönüştürücü özdeşim

 

 

Savunma mekanizmalarının temel amacı egonun ve kendiliğin varoluşunu sürdürmesi, patolojik de olsa bir denge halinin muhafaza edilmeye çalışılmasıdır. Bu bağlamda dönüştürücü özdeşim yer değiştirme düzeneğinden başlayan spektrumun en ağır uç noktasını temsil etmektedir. Dönüştürücü özdeşim, kimliğin veya kendiliğin entegre edilememesi ve sağlam bir yapı içinde bütünleştirilememesi sonucu ortaya çıkmaktadır. Kişinin öncelikle dürtülerini erteleyebilmesi, geciktirebilmesi, bekletebilmesi ve daha sonra bunlar üzerinde denetim kurabilmesi gerekmektedir. Bu da gelişmiş bir ego fonksiyonuyla mümkündür. Ego gelişimi sağlandıktan sonra toplumsal uyumun oluşturulabilmesi için değer yargılarının içselleştirilmesi, zihinsel yapımızın bir kısmının süperego olarak farklılaşması gerekir. Bu süreçler meydana gelirken bunların hepsini kuşatan bir kendilik duyumunun, bir kişilik örgütlenmesinin temel bir zemininin oluşması gerekmektedir. Nesne ilişkileri bağlamında kişilik örgütlenmesinin ötesinde nesne ile iletişimin sağlıklı bir zeminde yürüyememesi sonucunda ortaya çıktığına inandığımız bu entegrasyon eksikliğinin en güzel göstergeleri dönüştürücü özdeşimde meydana gelmektedir. Kişinin bedeni ve onun temsilcisi zihinsel aygıtı, kuşatıcı bir çeper oluşturamamaktadır. Onun yerine kimlik parça parça, fragman fragman veya fenomen fenomen yaşamaktadır.

Dönüştürücü özdeşim üç şekilde tezahür edebilir:

1. Özlediği kimlik parçalarını kendi içine almak
2. Kendi kimlik parçalarını veya kimliğin tamamını başka insanlara vermek
3. Dışarıdaki kimlik parçalarını başka nesnelerden başka nesnelere aktarmak.

1. Özlediği Kimlik Parçalarını Kendi İçine Almak
Kişi içindeki zayıf kimliği veya kimlik öğelerini bir başka nesnede yaşatabildiği gibi, özlediği kimlik parçalarını veya kimlikleri kendi içinde yaşatabilir veya onlar olabilir. Bir hastam, onunla yaptığım görüşmelerde zaman zaman psikotik süreçlerin içine giriyordu. Kısmen ego denetiminin olduğu bu dönemlerde benim kimliğim ile kendi kimliğini karıştırıyor, dehşetli bir sıkıntı içine giriyordu. Bu bir nevi anne ile özdeşleşme ve ayrışma sürecinin bir tekrarı gibiydi. Zaman zaman da daha önceki hekimlerinin kimliğini alıyor onların ses tonuyla ve kimliği ile benimle konuşuyordu. O esnada kendi kimliğini bana atıyor, benim şahsımda canlandırıyordu.

Bu yapı, ergenlik dönemlinde rol özdeşmelerindeki rol denemelerinden başlayarak psikotik manadaki dönüştürücü özdeşime kadar geçen dereceleri içinde barındırabilir. Aldığımız rol örnekleri veya özdeşim kaynakları kendi kimlik parçamız içinde eritilip sürecin içine sokulabiliyorsa bir problem yoktur. Alınan özdeşimler kimliğimizde etkin oluyorlar ve kimliğimizin rengini ortadan kaldırıyorlarsa bu bir dönüştürücü özdeşimdir. Sosyolojik alt kimlikler ve grupların üyesi olmak, modayı takip etmek, marka peşine düşmek bu mekanizmanın incelenmeye ve araştırmaya değer diğer alanlarıdır.

2. Kendi Kimlik Parçalarını Veya Kimliğin Tamamını Başka İnsanlara Vermek
Ego ideali bir kenarda tutulacak olursa burada sağlıklı özdeşim mekanizması ile kastettiğimiz şey, ilkel ve olgunlaşmamış savunma düzeneği olarak nitelendirilebilir. Kimliğin oluşumunu anlatırken de ifade ettiğimiz gibi bir bireyin kimliği, oluşum sürecinde yamalı bir bohçaya benzer. Bu yamalı bohça bir süreç içerisinde kaynaşmaya tabi tutularak her bireyin kendine has bir kumaş dokusunu oluşturur. Eğer bu kumaş oluşturulamıyorsa yamalı bohça yamalı olarak kalır. Yamalı bohçanın iyi tarafları da kötü tarafları da vardır. Yani kimlik örüntüsünün zayıf halkaları da vardır, güçlü halkaları da. Kimlik her zaman epigenetik bir gelişimle zayıf halkaları yok etmek veya düzeltmek, güçlü halkaları da muhafaza edip daha da güçlendirmek ister. İçimizdeki zayıf kimlik parçalarından hep yansıma yoluyla kurtulmak isteriz. Yansıtma mekanizması bunun basit bir tezahürü iken dönüştürücü özdeşimde bu olay kimliğin bir parçasıdır veya tamamının karşı tarafa gönderilmesi şeklinde gerçekleşmektedir. Kimliğin bir kısmı veya tamamı karşı tarafa gönderilirken, bir başka bireyden de kimlik hemen tamamlanmakta, bir başkasının kimliğinin tamamı veya bir parçası içselleştirilmektedir. Bu içselleştirme, bir introjection (içe atım) olmadığı gibi, gönderme de bir projeksiyon değildir.

Bunu bir vaka üzerinden anlatacak olursak; hastamız küçük yaşlarda iken babası yurt dışına gitmiş ve kendisi kardeşleriyle beraber köyde kalmıştır. Zaman zaman şiddete maruz kalmakta ve eğitim amaçlı olarak amcası tarafından dövülmektedir. Her çocuk gibi oyun çağı döneminde normal olarak o da oyun oynamakta, ancak oynarken amcasına yakalandığında mutlaka dayak yemektedir. Oyun oynarken amcasını uzaktan gördüğünde bir iki kez korkudan altına kaçırmıştır. Hatta zaman zaman arkadaşları, “amcan geliyor” deyip onun korku ataklarını zevkle seyretmişlerdir. Amcasına karşı yoğun korku hissine kapılmakta ve onun gücü karşısında kendini zavallı ve aciz bir durumda hissetmektedir. Kimlik entegrasyonunda kendini savunacak sağlıklı mekanizmalar geliştirememiştir. Hastamız yedisekiz yaşlarında iken kardeşi ile beraber bir orman köyünde bir yaz günü dereye giderler. İki kardeş mutludurlar. Bir süre oynadıktan sonra eve dönüş saati gelir ve eve doğru yürümeye başlarlar. Amcanın dayağına ve babanın şiddetine muhatap olan büyük kardeş arkada, küçük kardeş ise önde yürümektedir. Bir anda büyük kardeşin içinde bir duygu oluşur. Elinde salladığı değneği hemen önünde yürüyen ve hiçbir şeyden habersiz olan küçük kardeşine vurmaya başlar. Vurdukça keyif alır ve kendini çok güçlü hisseder. Küçük kardeş yere yıkılmış sebebini bilmediği bu dayak nedeniyle ağabeyine yalvarmaktadır. Küçük kardeş yalvardıkça ağabey dayağın şiddetini artırmakta ve kendisini çok güçlü hissetmektedir. İşte bu noktada çok ilginç bir şey olur. Ağabey bir taraftan olanca gücüyle vururken bir taraftan da küçük kardeşinin kendine karşı direnmesini ve kendisine karşı gelmesini istemektedir. İçindeki bu yoğun isteğe rağmen vurmayı durduramamakta ve kardeşinin kendisine karşı tepki göstermesini çok istemektedir.

Burada ne olmuştur? Burada tam manasıyla dönüştürücü bir özdeşim gerçekleşmiştir. Ağabey, amcasının kimliğine bürünmüş, kendi zayıf ve aciz kimliğini ise kardeşine yüklemiştir. Ve burada bir paradoks başlamıştır. Bir taraftan amcanın gücüne ihtiyaç duyup onu hissederken diğer taraftan kendi parçasının, gerçek kendi kimliğinin acziyeti karşısında yıkılmakta ve onun direnmesini istemektedir. Dövdüğü kişi kardeşi değil kendi zavallı kimliği haline gelmiştir. Oradaki en büyük arzusu kardeşinin kendine karşı direnebilme ve savaş açabilme gücü göstermesidir. Kardeşi kendi darbelerine karşı tepki ortaya koyup direnebildiği takdirde kendi zayıf kişiliği büyük bir savaş kazanmış olacaktır. Eğer o bu gücü kazanmış olsaydı bu kez geçici olarak özdeşleştiği amca gücünü kaybedecek ve zafiyete düşecekti.

3. Dışarıdaki Kimlik Parçalarını Başka Nesnelerden Başka Nesnelere Aktarmak:
Dönüştürücü özdeşimin bu bölümünde içsel ve dışsal tetikleyici uyarılara bağlı olarak pre-psikotik veya psikotik birey veya borderline yapı, karşıdaki bireyin kimlik örüntülerini olduğu gibi almak yerine onu bir konteynır olarak kullanıp kendi bireysel kimliği ile ilintili olmayacak şekilde başka kimlik örüntülerini o şahsın kimliğinde canlandırabilmektedir. Bir hastam görüşmelerim esnasında zaman zaman ani tepkiler vermekte, sesimi düzeltmemi istemekteydi. Sesimi zaman zaman bir önceki hekimin sesine benzetiyordu. Bir müddet sonra yüzündeki ifade birden değişiyor, sesimin ben olduğunu ancak sıfatımın eski doktoru olduğunu iddia ediyordu. Ben orada boş bir konteynırdım, muhtelif nesneler benim şahsımda resmi geçit yapıyordu. Zaman zaman tanrı oluyordum zaman zaman da şeytanı temsil ediyordum.

Burada, dönüştürücü özdeşimin bu alt tipinde sadece bireylerin konteynır olabildiği gibi bir sonuç çıkarılmamalıdır. Paranoid bozukluğu olan bir hastam eroto-manik hezeyanlarını sevdiği kızın üzerinde yaşama ve yaşatmaya çalışırken, bu duygularını bir müzik cd’sine aktarmıştı. Seyrettiği bir video klipte oradaki bir görüntünün anlık geçişi ile aynı video klibin içindeki bir ses ya da renk fragmanı, şarkı sözü içindeki küçük bir parça olumlu ve olumsuz kimlik yüklemelerinin yapıldığı büyük konteynırlara dönüşmüştü. Ne zaman güç almak istese o video klibin o anlık görüntü sahnesini mükerrer defalar izleyerek güç ile donanıyordu. Hayalindeki partnerinin kendisine hissettirdiği kırılganlık ve üzüntü duygusunu tam manasıyla tekrar tekrar hissedebilmek için aynı video klibin bir bölümündeki sarı heykel görüntüsünü görmeye çalışıyordu. Video klipteki her şey bir anlam kazanmıştı.

 

 

c. Dönüştürücü Özdeşim ve Yansıtmalı Özdeşim İlişkisi

 

 

Yer değiştirme savunma düzeneğinden, yansıtmalı özdeşim savunma düzeneğine ve oradan da dönüştürücü özdeşim mekanizmasına geçen sürece ulaşabiliriz. Buradaki spektrum nerede başlıyor, nerede bitiyor net bir şekilde bunun ayırdına varmak zordur. Yer değiştirme ile yansıtmalı özdeşimin ayrımını yapmak için yukarıda verdiğimiz ölçüt geçerli olabilir. Ancak yansıtmalı özdeşim ile dönüştürücü özdeşimin ayrıştırmasını yapmak oldukça zor olabilmektedir. Burada dönüştürücü özdeşimi izah etmeden borderline kişilik örgütlenmesinin bir kısmının, kimliği ve kendiliği dönüştürücü özdeşime tabii tuttuğunu ifade edebiliriz. Bu ne demektir? Bunu anlatabilmek için agresörle özdeşleşmek terimini izah etmek istiyorum. Bir çocuk dişlerindeki çürükler nedeniyle diş hekimine gittiğinde çaresiz ve korumasızdır. Diş hekimi elindeki bir takım aletlerle onun ağzına hiç de hoş olmayan müdahaleler yapmakta ve çocuk çaresiz bir şekilde korku içinde beklemektedir. Karşıda güçlü bir yapı vardır, kendisi ise zayıf ve acizdir. Ego bunu sindirememektedir. Bu çocuk bu kaygılarla eve geldiğinde ilk yapacağı şeylerden birisi agresörle özdeşleşmedir. Eve gelir gelmez eğer küçük bir kardeşi varsa ona, küçük kardeşi yok ise oyuncak bebeklerine bir diş hekimi gibi müdahale etmeye çalışacaktır. Ego, bu zayıflığa katlanabilmek için diş hekiminin güç ve otoritesini kendi içine almış, kendisi diş hekimi olmuş ve karşısındaki küçük kardeşini veya bebeği kontrol edebilmektedir. Artık bu güç onun donanımına girmiştir.

Dönüştürücü özdeşimde ise kişi kimliğinin tamamını veya bir kısmını karşıdaki bir insana yükler, kendi parçasını onda görür. Ruhsal gelişim sürecimizde bu doğal bir evre iken daha sonraki dönemlerde bu hastalıklı bir düzenektir. Dönüştürücü özdeşimi psikotik bir boyuttan normal popülasyon içindeki bireylere kadar değişik yapılarda görmemiz mümkündür. Psikotik bir hastamla konuşurken zaman zaman kendisini doktor olarak hissettiğini, zaman zaman da benim onun yerine geçtiğimi ifade etmekteydi. Kimlik nerede, ne şekilde duruyor karar veremiyordu. Sanki bedenlerimiz geçici posta kutuları, ruhlarımız da bu posta kutularında habire gidip gelen mektuplardı. Benim kimliğimi kendisi emanet alırken kendi kimliğini bana emanet olarak verebiliyordu. Normal popülasyon içinde ise kimliğin tamamı olmasa da mutlak kudret veya tam güçlülük hallerimizi simgeleyen veya arzulayan kısmımız, bu kimlik parçalarımızı idealize ettiğimiz parti, cemaat vb. liderine atfeder, kendi bireysel kimliğinin tüm güçlü yapısını orada yaşatabilir. Orayı yücelttikçe kendisi de yücelir ve var olur.

Sistemi fazla karıştırmadan ifade edecek olursak; yansıtmalı özdeşim mekanizmasının bir kısmında kişi, kimliğinin bir parçasını (bu parça, rahatsız eden bir parçadır) bir yerlere emaneten bırakmaktadır. Bu parçanın orada olduğunu bildiği sürece kişi, dengede kalmakta ve rahatlamaktadır. Yansıtmalı özdeşimin, dönüştürücü özdeşime yaklaştığı noktada kişi, kötü kendiliğini karşı tarafa attığında, karşı tarafın da kendisini savunmasını ister gibidir. Kendisi sıkıntılanmakta, bu sıkıntı karşısında acizliğe ve çaresizliğe düşmektedir. Buna bir çözüm yolu ararken bu sıkıntıyı konteynır olarak nitelendirdiği birine yüklemektedir. Bu yükleme işlemi tamamlanınca normalde borderline kişi iyi kendiliğe geçip rahatlamaya çalışırken dönüştürücü özdeşim mekanizmasına yaklaşmış olan bir borderline yapı, süreci bu noktada tutamamakta, karşı tarafın kendisine saldırması için olayı daha da tetiklemektedir. Çünkü karşı taraf yüklemeyi yaptıktan sonra sessiz ve sakin bir şekilde, olayın sıkıntısını hissedip kabullenip bir köşeye çekilecek olursa bu, kendisi için de bir mağlubiyet anlamını taşımaktadır. Çünkü kendi kontrol edemediği kötü kendiliği emanet olarak karşı tarafa vermiş ve karşı taraf bunu kabullenmiş gözükmektedir. Ancak karşıya yüklenen yapı, borderline kişinin kendi parçasıdır ve bu parçanın isyan etmesini, kurtuluş yolu aramasını ve çözüm bulmasını istemektedir. Karşıya yüklenen parça ise olayı kabullenmiş gözüküyorsa, borderline kişi bu kabullenişe rıza gösterememekte ve onun bu tarafta kalan kimlik parçasına saldırmasını istemektedir. Karşı taraf saldırdıkça da zayıf olan kimliğin gücünü ispat etmektedir. Bu bir paradokstur. Hem atarak kurtulmaya çalışmakta, hem de attıktan sonra karşıdakinin itiraz etmesi ve karşı gelmesi beklenmektedir. Bu kötü bir yazgıdır.

Bu mekanizmayı daha iyi kavrayabilmek için hepimizin zaman zaman yaşadığımız örneklerden bahsetmek istiyorum. Günlük hayatın içerisinde veya televizyonda veya bir film sahnesinde zayıf ve acizlik içine düşmüş bir bireyin mücadelesini izlerken bir anda onun yerine duygulanım hissederiz. O kişinin bu mücadeleyi başarmasını arzularız. Çünkü o anda geçmiş dönemdeki aciz ve zayıf duruma düştüğümüz zamandaki kimlik örüntüleri aktive olmuş, başarısızlıklarımızın ve acizliklerimizin düzetilebileceği bir fırsat çıkmıştır. Bu şekilde geçmişteki kimlik parçalarımızı, zayıf ve aciz kimlik parçalarımızın onarılabileceği sahnelerde dönüştürücü özdeşim yoluyla kimliğimizin bir parçasını oraya atarak aktive etmekteyiz. Aslında kurtarmaya çalıştığımız zayıf kişi oradaki değil kendi içimizdeki geçmişte yaşantılandırdığımız veya hayalde ürettiğimiz zayıf ve aciz kişiliğimizi korumak ve güçlendirmektir.

 

 

12. Reaksiyon-Formasyon

 

 

Ego savunma düzenekleri daha çok id’in dürtüsel yapısının baskısına maruz kalan egonun kendini savunmak amacıyla oluşturduğu bilinçdışı otomatik mekanizmalardır. Ancak ego savunma düzeneklerin bir kısmı süperegonun yargılayıcı tavrından korunmak ve kaçınmak için de yapılabilmektedir. Savunma düzenekleri zaman zaman da dış dünyanın toplumsal gerçekliğine karşı kendini olumlu anlamda var edebilmek ve varlığını muhafaza edebilmek için kullanılabilmektedir. Bu durumda bağımsız bir varlık gibi hareket eden ego, zaman zaman id’e karşı, zaman zaman süperegoya ve zaman zaman da gerçekliğe karşı kendini ayakta tutmanın yollarını aramaktadır. Bazı mekanizmaların oluşumunda birli, ikili, üçlü kombinasyonlar da meydana gelebilmektedir. Yani hem id’e hem süperegoya hem de gerçekliğe karşı tek bir savunma düzeneği ile korunma gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır. Bu da ruhsal yapının ekonomik davranması temel niteliğinin gereğidir.

Reaksiyon-formasyon, yani tersine döndürme savunma düzeneği bilinçdışındaki dürtüsel yapının, egonun bilinçdışı kısmının veya süperegonun baskısı nedeniyle bireyin kendini var edebilmesi için bu baskının tam tersi yönde top yekun bir kimlik oluşturma ihtiyacına verilen isimdir. Reaksiyon-formasyon, tek bir fenomene karşı verilebilecek tam ters yönde bir tepki olabileceği gibi, fenomen veya fenomenler grubuna karşı tam tersi yönde oluşturulan bir kimlik yapısı şeklinde de görünebilir.

Bunu daha açık ve net kavrayabilmek için fizikteki vektörel kuvvetlerin oluşması prensibinden yararlanabiliriz. Bir odağa etki eden ters yöndeki kuvvetlerin ortak bileşkesine göre hareket meydana gelir. Bir ipin iki tarafından tutan bireylerin kuvvetleri hangi tarafta fazla ise hareket o yöne doğru olur. İp örneğinin bir başka benzerinde de bir birine kuvvet uygulayan iki kişiden hangisi daha yüksek bir kuvvet uygularsa diğerini hareket ettirir. Bu şekilde ruhsal aygıtımızda id ile ego arasında karşılıklı bir kuvvet uygulaması mevcuttur. Dürtüsel yapımız, bir takım dürtüleri bilince çıkararak etkin hale geçirip uygulamaya çalışırken; bu dürtülerin etkin hale geçmesini engelleyen karşı ego güçleriyle bunları durdurmaya çalışır. Normal bastırma mekanizması bu şekilde cereyan eder. Alttaki dürtünün gücünden çekinilir veya korkulur ise egonun durdurmaya yönelik karşı gücü daha da etkin hale dönüştürülerek tam tersi yönde bir karşı güç ile durdurulmaya çalışılır. Mesela, cinsel dürtülerini yoğun olarak hisseden ergenlik dönemindeki bir genç öncelikle bu dürtülerini engellemeye ve bastırmaya çalışır. Burada iki karşı kuvvetin birbiriyle savaşımı söz konusudur. Bu cinsel dürtülerin zamansız, zeminsiz ve rasgele bir nesneye yönelim tehlikesinin arttığı durumlarda; hele hele bu nesnenin ensestiyöz bir tabiata yönelme riski olduğunda genç birey, reaksiyon-formasyon savunma düzeneğine geçecektir. Yani cinselliğe karşı negatif bir tavır takınacak, cinselliği yadsıyacak, daha da ötesi cinselliğe karşı savaş açacaktır. Böyle bir genç bir müddet sonra kendi durumunu kutsamak için ya bir azize ya da bir rahip yaşantısı ve ideolojisine sarılacaktır. Gençlik döneminde bir kısım gençlerin cinsellik karşısındaki bu tutum ve davranışları, geçici de olsa korunma sağlayan bir savunma refleksidir.

Bu konu özel bir önemi haiz olduğu için biraz daha detaylı bir şekilde ele almak istiyorum. Cinsellik konusunda oluşturulan yadsıma ve tersine döndürme savunma düzenekleri dörtlü bir sistem içinde çalışmaktadır. İd ve süperego, gerçekliğin taleplerine karşı egonun ayakta kalma mücadelesini simgelemektedir. İdin dürtüleri kesin ve nettir, dürtülerin deşarjını amaçlar. Cinsel dürtüler ego açısından bu bakımdan tehlikelidir, önlenmesi gerekir. Hele hele bu dürtülerin ensest bir içeriğinin olması, tehlikenin şiddetini daha da artırır. Böyle bir tehlikenin gerçekleşebilme ihtimali karşısında süperegonun aşırı yargılayıcı ve cezalandırıcı bir tutuma girme ihtimali çok yüksektir. Saygın bir kimliğe ulaşmak için toplumun kabul ettiği toplumsal yasalara uymak gerekir. Cinsel dürtülerin bu bağlamda id’in taleplerine, süperegonun baskılarına ve gerçekliğe uyum açısından bir şekil alması gerekir. Öncelikle bastırma, ardından yadsıma ve ardından da reaksiyon-formasyon savunma düzeneği bir çözüm üretebilmektedir.

Burada reaksiyon-formasyon tavrı kişinin sosyal olarak kendisine bir rol edinmesine de aracı olabilir. Kişi, cinsel duygulardan uzaklaşmış, kendini ilahî veya dinî bir inanca yönlendirmiş ve bir cemaat şuuru içerisinde cinselliğin ötesinde bir kimlik arayışına girebilir. Özellikle bu tip bir yönelim ailenin ve çevrenin beklentileri ile genellikle uyum gösterir. Modern bir toplum içerisinde ve uygun çevre şartları bulunan bir ortamda böyle bir kimliğin oluşması oldukça nadir ve farklı mekanizmalarla ortaya çıkabilecek bir durumdur. Ancak cinsel dürtülerin aşırı kontrol edildiği ya da cinselliğin yadsındığı veya dışlandığı, onun yerine dinî öğelerin ağırlık kazandığı, bir lokma bir hırka düşüncesinin erdem olduğu inancının aşılandığı bir kültür ortamında genç, cinsellik karşıtı ve hatta düşmanı bir kimlik arayışına yönelebilecektir. Bu durum fizyolojik gelişimin doğal mecrasına aykırı olduğu için de birçok sapkın davranış veya duygulanım doğurabilecektir. Böyle bir yaşam stili çevre tarafından takdir görüp taltif edilirse, patoloji ağırlaşarak devam edecek, bu aykırı yapılar da çevre tarafından kutsanacaktır. Belki de işlenen günahlar karşısında günahsızlığı simgeleyen dönüştürücü bir özdeşim kaynağı olarak muhafaza edilecektir. Hazzın bu denli tehlikeli görülmesi ve cinselliğin kabullenilmesinin yasaklanması, hazzı farklı alanlara yöneltebilecektir. Cemaat içindeki arkadaş sevgisi, bir noktanın ötesinde bazı bireylere kilitlenecek, bilinçli bir şekilde cinsel bir format taşımasa dahi, kişinin o arkadaşına veya hemcinsine karşı hissettiği duygular çok farklı bir nitelik arz edecektir. O arkadaşını görmediği zaman huzursuzlanmak, o arkadaş ile birlikte aynı mekânı paylaştığında mutluluk duymak, onunla yüz yüze konuşmak ve sohbet etmek, ona sarılmak ve dokunmak, tarifi mümkün olmayan büyük bir keyif yaşatabilmektedir. Bu durum toplumsal realite ile de örtüştüğü için normal görülmekte ve onanmaktadır ancak dürtü kendine üstü kapalı da olsa bir çıkış yolu bulmaktadır. Her su kendisine bir akış yolu bulur.

Bu çerçevede bu örneğe bakıldığında dürtüler; kendini tatmin etmek için bir nesneye ulaşmıştır, bu durum toplumsal realite tarafından normal karşılanmaktadır, süperego tarafından da ilahi bir davaya hizmet ettiği için kutsanmaktadır. Ego ise bunların gerisinde olayların mimarı olarak varlığını sürdürmektedir.

Reaksiyon-formasyon, hayatın birçok alanında kendisini var etmektedir. İstatistikte normal bir popülasyon dağılımı çan eğrisi dağılımı şeklinde tezahür eder. Çan eğrisi demek bir toplum içerisinde bir değerin, ortalamaya belirli yakınlıkta ve uzaklıkta olmasıdır. Bulunduğumuz grup içerisinde ortalama bir insanın davranışı belirlidir. Bu ortalamadan sapma gösteren bireyler vardır. Bu bireyleri tersine döndürme mekanizmasıyla izah etmek mümkündür. Mesela on kişilik bir grubun içerisinde iki kişi aşırı kibirli davranıyor, iki kişi aşırı tevazu gösteriyor ve altı kişi de normal tepki veriyor ise bir çan eğrisinden bahsetmek mümkündür. Aşırı tevazu gösteren de, aşırı kibirli davranan da patolojik bir durum sergilemektedir. Bu uçlardaki bireylere odaklanıp onların davranışlarını inceleyecek olursak büyük bir kısmında reaksiyon-formasyon gözlemleyebiliriz. Mesela aşırı tevazu gösteren bir birey bilinç dışı aşırı kibrini saklamak mecburiyetindedir. İç dünyasındaki aşırı narsist talepler, gerçeklik ve süperego tarafından onanmadığı için öncelikle bastırılacak, ardından yadsınacak, ardından da tersine döndürme ile normal popülasyonun dışında görülebilecek şekilde aşırı bir tevazu ile kendini ifade edecektir.

Bir başka örneği irdeleyecek olursak aşırı cesur görünen kimlikler bilinçdışındaki aşırı korkuları ve çaresizlikleri simgelemek için kullanılabilmektedir. Sert bir yüz ifadesi, bilinçli veya bilinçdışı bir yetmezliği, zayıflığı maskelemek için kullanılabilir. Bir şantiyede mühendis olarak çalışan hanım, obsesyonu nedeniyle kendisini tutamayıp şantiyede çalışan işçilerin cinsel organlarına doğru bakmaktaydı. Bundan dolayı çok büyük bir sıkıntı hissetmekte ve bu davranışını önlemeye çalışmaktaydı. İşçilerden biri fark edip alay etmesin diye çok sert bir yüz ifadesi takınıyor ve şiddetli bağırmalarla işçilerin arasında görevini bir an önce yapıp dönmeye gayret ediyordu. Araştırıldığında işçilerin ondan çok korktuğu, onun gözüne görünmemek için o şantiyeye geldiğinde her birinin bir tarafa kaçtığı gözlenmişti. Mühendis hanım ise içindeki bu zayıf nokta fark edilecek diye korkusundan tir tir titriyor, korkusunu gizlemek için etrafına ha bire bağırıyordu.

Bir başka örnek de ödipal çatışmaları nedeniyle babası karşısında kendisini güçsüz ve çaresiz hisseden bir çocuk, çocukluğundan itibaren hep cesur, hep atılgan bir yapı sergiliyordu. Gözü kara bir şekilde her olaya girmişti. Boyu küçüktü ama herkes onda mangal gibi bir yürekten bahsediyordu. Eşinin üzerinde yıllarca süren bir hegemonyası vardı. Bölgeyi haraca kesmişti. Eşinin vefatıyla beraber sistem çöktü, bu cesur kimlikten, her şeyden ürken ve korkan acziyet içerisinde bir yapı çıktı.

Üç yaşındayken annesi ve babası öz amcaoğlu tarafından kurşunlanıp öldürülen, kendisi yetiştirme yurtlarında büyütülürken ablaları katil amcaoğlunun kardeşlerine dağıtılan ve evlendirilen bir hastamız yıllar boyu cesaret abidesiydi. Nerede bir yaralanma, nerede bir trafik kazası ve nerede bir ölüm veya kan var, bu hastamız hemen oradaydı. Kimsenin cesaret edemeyeceği kadar cesur, girişken ve olayların merkezinde idi. Seyrettiği programlar ‘Sıcağı Sıcağına’, ‘Reality Show’, ‘İz Peşinde’ ve ‘Parmak İzi’ gibi programlar idi. Günün birinde izlediği Reality Show’da bir kadının kocasını gece uyurken balta ile doğradığının haberini dinliyordu. O esnada o hanımın isminin kendi eşinin ismi ile aynı olduğunu fark etti ve o anda büyük bir sıkıntı hissederek panik atak geçirdi. Reaksiyon-formasyon ile yirmibeş otuz yıldır ayakta duran sistem o dakika çökmüştü. Domino taşları gibi sistem öyle bir tersen döndü ki birkaç gün içerisinde bu cesur delikanlı salça renginden korkan, yıkık bir duvarın önünden geçemeyen, televizyondaki bir trafik kazasını izlediğinde kendini kötü hisseden ve hastane tabelalarını görmek istemeyen bir yapıya dönüştü.

Baskı ile ve çevrenin yoğun etkisi ile dinî bir atmosfer içerisinde yetiştirilen birey zaman zaman dinî inançlarla güç ve otoriteyi özdeşleştirmekte, zaman zaman dinî otoriteyi bir ödipal çatışma haline sokmakta ve iç dünyasında bu yapılara karşı isyanı oynamaktadır. Bu isyan, dinî inanışlarına ters bir takım düşünce ve hareketlere yönelmiş olma kaygısıyla bastırılmakta, bu sorgulama yadsınmakta ve bir müddet sonra da tersine döndürme savunma düzeneği ile aşırı bir dindarlığa veya antiateist kampanyalara öncülük etmeye kadar gitmektedir.

Bir hanım aşırı bir tesettür ile (siyah renkli eldivenli ve peçeli bir şekilde) muayenehanemize geldiğinde mükerrer defa intihar teşebbüslerinde bulunduğundan bahsediyordu. Kronik depresyonu nedeniyle malulen emekli edilmişti. Yurtdışında yalnız başına yaşayan bu hanımın bireysel analizinde çoğul kişilik özellikleri tespit edilmiş, geceleri para karşılığı fuhuş yapan bir kimlik ortaya çıkarılmıştı.

Her şey zıddıyla kaimdir. Gece gündüzle, uzak yakınla, açık kapalıyla, soğuk sıcakla, sert yumuşakla, varlık yoklukla. Bu bağlamda korkaklık cesurlukla, karmaşa ve kaos düzenle, kirlilik temizlikle, günah arınmakla, aşırı önemseme vurdumduymazlıkla, sevgi nefretle, az konuşmak çok konuşmakla dengeye oturtulmaktadır. Bu yapıların hepsini reaksiyon-formasyon tipinde görmek mümkündür.

Hastalarımızdan biri hikâyesini anlatırken, bazen konuşmasını durduramadığından bahsetti. Olayın detayına inildiğinde hoşlanmadığı veya yeteri kadar keyif almadığı insanlarla mecburen aynı ortamlarda bulunduğunda bu durumun fark edilmemesi için devamlı konuşma mecburiyeti hissediyordu. Hastamızın ifadesiyle; ‘çenesi yoruluyordu ama kendisini durduramıyordu.’ Bu durum, tipik bir reaksiyon-formasyon haliydi.

Reaksiyon-formasyon savunma düzeneğinin en yaygın olarak görüldüğü bozukluklardan birisi obsesif-kompulsif bozukluk ve obsesif-kompulsif kişilik yapısıdır. Bilinç dışındaki karmaşa ve kaosu kontrol altına alabilmek için simgesel düzeyde ve ego düzeyinde eşyaları tertip ve düzene sokmak, simetriyi sağlamak ve her şeyin yerli yerinde olmasını temin etmek tipik bir örnektir. Yine obsesif-kompulsif bozuklukta temizliğe aşırı düşkünlük, el yıkama, beden temizliği; evin ve eşyaların temizliği; bilinç dışındaki suçluluk, kirlilik ve günahkârlık hislerinden arınmanın simgesel bir yolu olmaktadır.

Maço bir kimlik, bilinçdışındaki eşcinsel eğilimleri gizleyen ve bastırmaya çalışan bir yapının tezahürü olabilir. Bir cenaze evinde gereğinden fazla ağlayan ve ağıt döken birisi, ölen insana karşı kendini en çok suçlu hisseden ve belki de onu en az seven bir kişidir. Aşırı sevgi gösterisi, arkasında nefreti, aşırı nefret de kontrol altına alınamayan bir sevginin göstergesi olabilir. Patolojik aşklarda bunun tipik örneklerini görebiliriz.

 

 

 

13. Yadsıma (İnkâr)

 

 

Yadsıma bir gerçekliğin göz ardı edilmesidir. Yadsımayı da basit ve yalın manada izah edebileceğimiz gibi, kompleks ve karmaşık mekanizmaların içerisinde de göstermek mümkündür. Kitabımızın çeşitli bölümlerinde zaman zaman değindiğimiz gibi amacımız hep bütüncül bir yapıyı yakalamaya gayret etmektir. Bununla birlikte mutlak manada bütüncül yapıyı yakalamanın imkânsız olduğunun idrakindeyiz.

Yadsıma savunma düzeneğini izah ederken bu yapının, bir bireyin gelişim aşamaları olan bebeklikten yaşlılığa kadar geçen süreçte hangi dönemlerle ilintili olduğuna bakarak bunu aktarabiliriz. Yadsımayı bir bireyin kendi gözlemlerinden ve referans noktalarından bakarak aktarabiliriz. Veyahut da buna, bir bireyin iç dinamikleri açısından; egonun yapılandırılmasına göre yadsıma, süperegonun yapılandırılmasına göre yadsıma, toplumsal realiteyle yüzleşme anında yadsıma ve dürtüsel varlığın yapısını yadsıma şeklinde yadsıma olarak yaklaşabiliriz. Bir başka açıdan, dışarıdan bir gözlemci kimliğiyle, o bireyin yaptıklarını inceleyerek yadsımaya yaklaşabiliriz. 18 yaşındaki evladının ölüm haberini duyan bir annenin karşısında gerçeklik tüm çıplaklığıyla ortada iken onu kabul etmemesi yadsımaya bir örnektir. Narsist bir kişiliğin, bir grup önünde konuşurken ellerinde hissettiği titremeyi gösteren arkadaşına karşı; “hayır, ellerim titremiyor” diye karşılık vermesi de bir tür yadsıma tarzıdır. Bu şekilde bakıldığında çok geniş bir yadsıma yelpazesi görmek mümkündür. Yadsımanın öncelikle üzerinde durulması gereken tarafı belki de empati yapamamanın vermiş olduğu bir ruh hali sonucunda ortaya çıkıyor olmasıdır. Bir bebek narsistir, ben merkezlidir ve tüm dünya onun etrafında dönmektedir, dönmelidir. Bir dürtüsü aktive olduğunda, bir ihtiyacı ortaya çıktığında bu dürtünün veya ihtiyacın hemencecik orada, etraftakiler tarafından karşılanmasını ister; bunu çok doğal ve tabii kabul eder. O anda bu bebek etrafındaki bireylerin; yani anne-babasının ve diğerlerinin ne durumda olduğunu kesinlikle yadsımaktadır. Onların kendi ihtiyacını karşılayıp karşılayamayacağı konusundaki durumlarını göz ardı etmektedir. Eğer bu bireyde empati yeteneği geliştirilemezse o birey, hayatının daha sonraki evrelerinde diğer insanların durumlarını, konumları ve ihtiyaçlarını göz ardı edip yadsıyarak kendi ihtiyaçlarını ön plana atan bir kişilik yapısı geliştirebilir. Bu durumda sosyal ilişkileri ciddi manada zaafa uğrar ve toplumdan dışlanır. Bu da yeni patolojik savunmaların aktive edilmesini gerektirir. Burada bahsettiğimiz yadsıma, başka insanların gerçek durumlarını görememenin oluşturduğu bir yadsıma reaksiyonudur.

Bireyin iç dünyasında ise muhtelif yadsıma reaksiyonlarını gözlemlemek mümkündür. Her bireyin mevcut reel kendiliğinin yanında kendi iç dünyasında tasarımladığı kendiliği vardır. Reel kendilik ile tasarımlanan kendilik ne kadar birbirine yakın ise kişi o kadar sağlıklı, o kadar gerçekçi ve o kadar rasyoneldir. İki kendilik arasındaki uzaklık ne kadar fazla ise gerçekliğin değerlendirilmesi de o kadar zora girmektedir. Bu bağlamda bireyin kendilik tasarımına ters bir takım yaşantıları, yadsınarak algılanacaktır. Birey, hayatına devam ederken yaptığı hataları, yaşadığı başarısızlıkları veya değer yargılarına ters tutum ve davranışları otomatik olarak yadsıyacak ve kendilik tasarımının yara almasının önüne geçecektir. Bu yadsıma, fiziksel yapının çarpık bir şekilde algılanmasında zihinsel yapının kapasitesinde erişilen sosyal konumun değeri ile ilgili puanlamada ortaya çıkabilmektedir. Şişman bir birey kendini zayıf olarak algılayabildiği gibi çok zayıf biri kendini normal algılayabilir. Sosyal başarısı yetersiz olan birisi kendini çok başarılı bulabilirken bazı bireyler kendi eksikliklerini yadsıyabilir. Bu gibi eksiklikler kendilik tasarımına uymayan yapıların, yadsıma savunma düzeneği ile kontrol altına alınmasını gerektirmektedir.

Bir bireyin kendilik tasarımının ötesinde bir de ideal kendiliği vardır. Herkes mevcut durumunu bir kendilik tasarımıyla yaşantılandırırken ileriye yönelik olarak arzu ettiği daha ideal bir kendiliğe doğru hedefler koyar. O hedeflediği ideal kendiliği yakalamaya çalışır. İşte bu süreç içerisinde mevcut yaşantılarında ideal kendiliğe ters duran tutum, davranış, başarı ve statü zaman zaman yadsınarak ideal kendiliğe doğru bir süreç işletilir. Bu da kişiyi mutlu eder. O, aynı zamanda kişinin gerçeklikten o denli uzaklaşmasını getirir.

Bir başka açıdan yadsıma reaksiyonu nesne ilişkileri bağlamında ele alınabilir. Egomuzu oluşturan nesne ilişkileri ağında bazı nesnelere yaptığımız libidinal yatırım çok yüksek değerdedir. Bunu metaforik bir örnekle açıklayacak olursak egoyu bir çadıra benzetebiliriz. Çadırın ortasındaki ana direk, çadırı dimdik tutup varlığını sürdürmesini temin ederken çadırın etrafındaki ipler ve kazıklar çadırın fonksiyonel olmasını ve dengede durmasını temin eder. Bireyler hayatlarında belirli olgulara veya nesnelere çok büyük anlam yükleyebilirler. Bunlar bir nevi çadırın ana direği gibidirler. Ana direğin yıkılması çadırın komple çökmesi demektir.

Bir anne üniversite öğrenciliği yapan evladına libidinal yatırımının büyük bir kısmını yatırmış ise çadırın ana eksenine bu evladını koymuş demektir. Bir profesör yazmakta olduğu kitabına büyük bir libidinal yatırım yapmış ise bu kitap onun için hayatî derecede bir önemi haizdir. Hayatımızın her alanında bu tip nesnelere yoğun yatırımlar yapan, deyim yerindeyse hayatında hep tek ata oynayan birçok birey görmek mümkündür. Bu durumlarda ana ekseni oluşturan o nesnenin kaybı, yitirilmesi, yok olması veya ölmesi kişide ruhsal manada büyük bir deprem oluşturur. Sistem komple çöker. İşte bu çöküşün önüne geçmek için tek bir yol vardır: Olguyu yadsımak. Kişi var olan gerçeği reddeder, kabul etmez ve eski statünün devam ettiği şeklinde bir inancı sürdürürse, yeni duruma adapte olmak için zaman kazanılır. Bu süre içerisinde kayıplar sindirilir, telafi edilir veya alternatif savunma düzenekleri devreye sokulur.

Yadsıma iki düzeyde gerçekleşir. Bunlar; bilgi ve duygu düzeyidir. Bazı yadsımalarda kişi gerçekliğin bilgi tarafını da reddeder, kabul etmez. Oğlunun ölüm haberini getiren polis memuruna veya bir akrabasına ısrarlı bir şekilde; “yalan söylüyorsunuz! böyle şaka olmaz! şaka yapmayın lütfen!” diye bağıran bir anne olayın bilgi yönünü de reddetmeye çalışmaktadır. Sevgilisi tarafından terk edilen birisi, sevgilisini bir başkasıyla yakalayan âşık, evladının tutuklandığını ekrandan seyreden baba öncelikle bu çıplak gerçekliği reddeder ve onun yerine başka açıklamalar getirmeye çalışır. Gazete kupürlerinde bunun gibi yüzlerce haberi dinlemek ve izlemek mümkündür. Hatta bazen parodilere konu olabilecek derecede gülünç savunma düzenekleriyle olayı reddettikleri görülür.

Yadsımanın ikinci tipi duygusal bazda yadsımadır. Bilgi düzeyinde kaybettiğimiz nesneyle ilgili olarak gerçeği biliriz ama yaşantımızı gözlemlediğimizde sanki annemizi, babamızı, eşimizi ya da sevgilimizi veya çocuğumuzu kaybetmemiş gibi hisseder ve davranırız. Onlar hep arkada bir yerlerde durmaktadırlar. Bu durumda pek mezar ziyaretlerine gitmeyiz. Zaman zaman onlarla ilintili bir konu olduğunda gözümüz otomatikman onları arar veya elimiz onların telefonunu çevirmeye çalışır. Bu da göstermektedir ki; o esnada bireyin egosu bilgi olarak gerçekliği kabul ettiği halde duygusal olarak o nesnenin varlığını hala devam ettirmektedir. Bu da duygusal yadsımanın hayatımızın her döneminde etkin rol alarak yaşamı daha kolay hale getirdiğini göstermektedir. Bu durumun aşırıya kaçması, kişinin gerçeklik ile ilişkisini bozup onu psikotik bir noktaya kadar vardırabilir.

 

 

 

14. İzolasyon (Yalıtma)

 

 

Yaşadığımız her zaman diliminin bir bilgi ayağı, bir de duygu ayağı vardır. ‘Falan yerde, falan zamanda, filan şartlarda, filan şahıslarla, filan olayı yaşadık’ derken olayın sadece bilgi tarafını anlatmaktayız. Bu olayı anlatırken kişinin o olaydaki yaşantısını bize aksettirecek duygusal ses tonu, jest ve mimiklerin duygulara eşlik etmesi, gözlerin parıltısı, belki gözyaşlarının hafifçe süzülmesi veya şen kahkahaların yükselmesi, olayın duygusal tarafını bize gösteren kısmıdır. Hayatımızı şekillendiren, ona yön veren ve anlamlandıran temel etki duygularımızdır. Duygularımız esas, mantık ve akıl sonradır. Mantığın üzerine duygu gelmez, duygunun üzenine mantık oturur. Duygu her şeyi kör eden ve mantığı bitiren bir süreçtir. Yoğun duygusal nöbetlerde ve anaforlarda, kişinin mantıksal yapısı kenarda kalır. Duygu pozitif ve negatif alanda tezahür edebilir. Pozitif alanda mutluluk, sevinç, zevk, haz ve keyif yaşanırken acı tarafında elem, keder, sıkıntı, anksiyete, bunaltı, stres, öfke, kızgınlık, sinirlilik ve saldırganlık hisleriyle dolu bir süreç gözlenir. Özlenen ve idealize edilen nesnelere ulaşıldığında büyük mutluluklar ve keyifler yaşanırken büyük anlam yüklenen nesnelerin kaybında veya başarısızlık durumlarında veya geriye gitmelerde çok ciddi bunaltılar yaşanır.

Mutlulukların yaşanmasında herhangi bir problem olmaz iken acıların, kederlerin ve kayıpların yaşanmasında bireyin buna tahammül derecesi sınırlıdır. Acıya dayanabilme gücü egonun gelişmişliği ile ilintilidir. Ego ne kadar gelişmiş, güçlü, travmalara karşı ne kadar dayanıklı hale gelmiş ise duygusal yaşantıları hazmetme konusunda o kadar güçlü olacaktır. Bireyin egosu zayıf, çelimsiz ve küçük ise yaşadığı hadiselerin getirmiş olduğu negatif yüklenmeyi kaldıramayacak durumdadır. Burada birey geçici bir çözüme başvurur. Bu çözüm, yalıtma/izolasyon savunma düzeneğidir. Çok sevdiği annesini kaybeden bir genç, annesinin ölümü karşısında hiçbir şey hissedemeyebilir. Sanki ruhsal dünyası uyuşmuş gibidir. Buna kendi de şaşırır. Çok sevdiği sevgilisinin kendini terk edip gittiğini çok sakin bir ses tonuyla sanki üçüncü bir insanın yaşantısını aktarır gibi hekimine anlatabilir. Okulda başarısız olup okuldan atılan bir öğrenci bunu anlatırken çok donuk bir tarzda anlatabilir.

Bahsettiğimiz bu örneklerde olduğu gibi bunların hepsinde birey zayıf olduğundan olayın şiddetine dayanamadığından izolasyon savunma düzeneği devreye sokulmuştur. Olayın bilgi tarafı zihne ulaşmış ama duygusal kısmı bloke edilerek filtreden geçmemiş ve duygu bilinçdışında kalmıştır. Güçlü bir ego, bu durumlarda rahatça paylaşabilen, sesi titreyen, gerektiğinde ağlayabilen ve yas reaksiyonunu yaşayabilen egodur. Bu yaşanamıyorsa hazmedilemeyen bu duygusal yapılar, değiştirme savunma düzeneği ile çok farklı alanlarda küçük birimlerde deşarj ettirilir. Televizyonlarda izlenen bir dizideki bir köpeğin hastalanması, bir sokak çocuğunun hayatının anlatılması ve izlenen bir haber, gözlerin dolmasına ve göz pınarlarından yaşların akmasına neden olabilmektedir. Kaynakta boşalamayan duygular yer değiştirerek alternatif ve kontrollü nesneler vasıtasıyla deşarj edilmeye çalışılmaktadır. Bu tip bireyler, hipnotik trans altında olayı tekrar anlatmaları istendiğinde yoğun bir duygusal deşarj yaşamakta ve baskı altında tutulan duygusal enerji dışarı çıkmaktadır. Obsesif kompulsif kişilik örüntüsü, duygularını dışarı veremeyen mantık ağırlıklı bir kişilik örüntüsünü gösterir.

 

 

 

15. Rasyonalizasyon (Aklileştirme)

 

 

Aklileştirme savunma düzeneği, egonun ve kendiliğin korunması ve gücünü muhafaza etmesi için kullanılan otomatik bilinçdışı bir düzenektir. Biyolojik veya psikolojik ihtiyaca binaen ortaya çıkan dürtünün hedefi, nesnesine ulaşmaktır. Bir dürtü nesnesine ulaşana kadar bir gerilim taşır. Bu gerilim nesneye ulaşmak için bir motivasyon kaynağı olarak kullanılırken, dürtünün nesnesine ulaşma olasılığının zayıfladığı durumlarda veya dürtünün hedefine ulaşmasının ketlendiği ve engellendiği şartlarda birey bunaltı ve anksiyete hisseder. Dürtünün hedefine ulaşmasını engelleyen dirençler ego kaynaklı, süperego kaynaklı veya gerçeklik kaynaklı olabilir. Bu durumda dürtü bu engelleri aşmak için yoğun çabalar sarf edecektir. Engelleyici güçler ile hedefe yönelen güçler arasında bir çatışma ve karşıtlık ortaya çıkacaktır. Herhangi bir eyleminde benlik, belirli bir amaca yönelik eylem ortaya koyarken arka planda bilinçdışı bir dürtü onun arkasına takılmış ve benliğin kabullendiği eylem vasıtasıyla hedefe yönelmiş olabilir. Bu durumda bir aklîleştirmeden söz edilebilir.

Aklileştirme bilinçli ve şuurlu yapılan bir hareketin egoya, süperegoya veya realiteye uymaması sonunda ortaya konulan yalan mekanizmasıyla ilintili değildir. Yalan veya gerçekliği tersyüz etmek, egonun bilinçli ve amaçlı bir eylemi olup süreç ego kontrolündedir. Aklileştirme fenomeninde ise egonun bu şekilde bilinçli ve amaçlı bir şekilde olayı çarpıtması söz konusu değildir. Dürtü, fırsat bulduğu bir boşlukta kendini bir anda ortaya çıkartır, hedef nesnesine yöneltir ve içindeki enerjiyi deşarj ettirir. Bu aşamadan sonra durumu anlamlandırma, bu olguyu benlik ve kendilik perspektifinde izah etme süreci aklileştirme savunma düzeneğinin fonksiyonudur. ‘Minareyi çalan kılıfını hazırlar’ atasözü, bilinçli ve amaçlı bir şekilde gerçeği çarpıtma ilkesi için kullanılır. Bu, yalan mekanizmasıdır. Bu duruma baktığımızda, yaşam alanında, insanlar arası ilişkilerde çoğu kez yalan mekanizmasının daha etkin bir rol oynadığını görürüz. Aklîleştirmede böyle bir şey söz konusu değildir.

Konuyu açacak olursak epigenetik açılıma uygun olarak belirli dönemlerde belirli dürtüler öncelik kazanır. Bebeklikten itibaren bu evreleri aklîleştirme açısından değerlendirecek olursak, birçok ilginç aklileştirme mekanizmalarına şahit oluruz. Bir yaşını henüz tamamlamış, iki yaşına ulaşmış ve bireysel özerkliğini yaşamaya başlamış bir çocuk, ben merkezli yaşam anlayışında bütün ilginin ve sevginin kendine yöneltilmesini arzulayacaktır. Ancak anne veya baba bu sevginin tamamını kendine vermek yerine diğer kardeşler veya nesnelere yönlendiriyorsa; çocukta otomatikman haset duyguları aktive olacaktır. Bu durumda çocuk kardeşine karşı acımasızlaşacak; onu itecek, belki dövecek hatta ağır şekilde yaralayabilecektir. İşte tam bu esnada ebeveyn tarafından bu eylem sorgulandığında çocuk bu eylemini aklileştirerek anlatacaktır: “Kardeşi ona vurmuştur, kardeşi odasına girmiştir, kardeşi onun eşyasını almıştır vs.” Çocuk haset duyumunun ayırdına varamayacak ve eylemi yapma gerekçesi olarak ileri sürdüğü aklileştirmeye gerçekten inanacaktır.

Bu olay ödipal dönemde çocuğun aynı cinsten ebeveynle çatışmaya girip karşı cinsten olan ebeveyn ile yakınlaşması sürecinde daha belirgin bir hal alabilmektedir. Kız çocuğu babaya yaklaşırken, erkek çocuğu anneye yaklaşmaktadır. Kız kendini babaya daha yakın hissederken erkek çocuğu kendisini anneye yakın hisseder. Bunun sebepleri kız ya da erkek çocuğa sorulduğunda birçok açıklamayla karşı karşıya kalabilirsiniz. Bu açıklamaların çoğu aklileştirme mekanizması sonucu dürtünün rasyonalize edilmesidir. Burada temel mekanizma, aynı cinsten olan ebeveyni saf dışı edip karşı cinsten olan ebeveyn ile sosyal bir rolü gerçekleştirme isteğidir. Bunun açık bir şekilde ortaya konması, hem realite açısından hem de süperego açısından sakıncalı hatta tehlikelidir. Bu durumun farkına varan ego güçleri, bu dürtünün açık talebini bilinçdışına iterek çatışmayı orada sürdürürken bilinçli alanda dürtünün hedefine ulaşabilmesi için bir takım gerekçelere sığınır. Bunu da yapabilmek için bilgi işlemleme süreci çarpıtılır. Aynı cinsten olan ebeveyn, algılanan bir takım bilgilerle kötü algılanırken karşı cinsten olan ebeveyn algılanan bilgilerle iyi algılanır. Bu durum genel temayül için söz konusudur, bunun istisnai durumları her zaman mevcuttur.

Benzer durum ergenlikte daha da çıplak halde karşımıza çıkar. Ergenliğe giren bir gencin, epigenetik bir açılımla ilk yaptığı şey otoriteye isyan etmektir. İsyan edebilmek, gücünü ortaya koyabilmek ve karşı tarafa kendi gücünü gösterebilmek dürtünün temel amacıdır. Burada isyanın içeriği, malzemesi, kime karşı olduğu, ne zaman ve ne şekilde olduğu hiç önemli değildir. Genç isyan etmelidir, çünkü içsel dürtüleri böyle bir talep içindedir. İsyan, kendisini yönettiğine inandığı otoriteye, yani ebeveyne karşıdır. Özellikle de erkek çocuk babaya; kız çocuk anneye karşı bu eylemini ortaya koyar. Anne ve babanın talepleri reddedilir. Çevre tarafından kendisine, niçin isyan ettiği, anne-babanın sözlerine uymadığı şeklinde bir soru yöneltilirse, ergenin buradaki izahlarında ve inançlarında aklileştirme mekanizması açıkça görülür. “Babası haksız taleplerde bulunmuştur, onu kimse anlamamaktadır, onun yüce ve ender fikirleri vardır, o diğerlerinden farklıdır vs.” Bunlar ergenin yürekten inandığı ve ölesiye peşine düştüğü değerlerdir. Ergen, temel isyan dürtüsünü burada mantıklı bir kılıfa büründürmeye çalışmaktadır; bunu da inanarak yapmaktadır. Bu ise tam bir rasyonalizasyondur.

Ergen fark edilmek istemektedir. Fark edilmek daha çok cinsel kimlik ve karşı cins ile ilgilidir. Ben merkezli bir yaşam anlayışı içinde dürtüler, karşı cinse yönelmiş, karşı cinsin kendisiyle ilgilenmesi ile ilgili fanteziler geliştirilmiştir. Belki gerçeklikte böyle bir şey söz konusu değildir. Ergen tamamen fantezi dünyasında yüzmektedir. Karşı cinsin kendisiyle ilgilendiği, bir takım mesajlar gönderdiği, bir takım hareket ve davranışlarının özel anlam içerdiği gibi yorumlara yönelir. Burada da dürtü hedefine ulaşmış, karşı cinsin kendisi ile iletişim içerisinde olduğu kabul edilmiştir. Yine ergenlik döneminde ergen nesnelerle iletişim kurabilmesi için bir kendilik çeperine ihtiyaç duyar. Bu da ideolojik bir tavrı gerektirir, dolayısıyla ergen, bu dönemde bir ideolojiye sahip olmalıdır. Burada da ideolojinin içeriği önemli olmayıp, ideoloji otoriteye karşı gelmeyi sağlamalı, sırdaş edinmeyi temin etmeli, amaç içermeli, lider ve ardıl olabilme özelliklerini temin etmeli ve nesne ile ilişkisini anlamlandırmalıdır. Her ideolojik yaklaşım da bunları temin edebilme vasfına sahiptir. Belirli dinamikler nedeniyle hasbelkader bir ideolojiye yönelen ergen, bu ideolojiyi niçin seçtiğini rasyonalize etmeye başlar. Burada tam bir aklileştirme süreci işler.

Böyle bir yapının içine girdikten sonra kişi olgunlaşamaz ve farkındalık düzeyini geliştiremez ise kanserli bir dokunun gelişmesi gibi sahip olduğu ideolojiyi ahenkli, mantığa uygun ve detay içeren aklileştirmelerle devasa bir şekilde büyütebilir. Kendi ürettiği serabın peşine düşer.

Ödipal çatışması nedeniyle daha sonraki erişkin dönemde anneye bağımlı, ondan ayrılamayan, bu nedenle evlenemeyen, evlendiği halde cinsel hayatı normalleşemeyen ve partner seçiminde anne figürünü arayan süreçlerin hepsi ödipal çatışmanın bir dürtü uzantısı olarak ortada dururken, birey bu durumu çok farklı gerekçelerle kesin bir kanaatle izah edecektir: ‘Anne yaşlıdır, anne bakıma muhtaçtır, anne şefkatlidir, anne gibi kimse sevemez, yapması gereken daha çok şey vardır’ gibi gerekçeler aklileştirmenin malzemesi olabilir.

Buraya kadar anlatılan rasyonalizasyonlar dürtünün normal gelişim evresindeki biyolojik, epigenetik ve psikolojik gelişimine uygun malzemeyi üretmeye yöneliktir. Bu süreçlerde çeşitli faktörlere bağlı patolojik gelişimler ortaya çıktığında süreç farklılaşmaktadır. Bir patolojik belirti yani şikâyet bir başka patolojinin bize dolaylı yoldan haber verilmesidir. Sosyal fobisi olan birinin, kalabalık bir ortamda bakışlar üzerine odaklandığında yüzü kızarıverir, kişi terleyebilir, midesinde bulantı hissedebilir veya kişinin başı dönebilir. Tüm bunları, sosyal fobik ve korkan bir kişi olmanın sonucu olarak ortaya çıkan belirtiler şeklinde kabul etmek yerine; kendisi, ‘ortam ısınmıştır, yemek dokunmuştur, fazla sıkı giyinmiştir, sevmediği bir şey olmuştur’ vs. şeklinde aklileştirme mekanizmalarına müracaat eder.

Bir hastamı seans esnasında bu çerçevede sıkıştırdığımda terlemeye başlamıştı. Hemen ardından niçin terlediğini sorduğumda kaloriferin fazla yandığını ve sıcaktan hoşlanmadığını söylemişti. Kalorifere dokunmasını söylediğimde kaloriferin yanmadığını ve soğuk olduğunu fark edince şaşırmıştı. Cinsel problemleri olan bir birey ödipal çatışmaya veya performans anksiyetesine bağlı olarak ereksiyon problemi yaşadığında bunu bu şekilde kabul etmek yerine birçok gerekçeye sarılarak rasyonalizasyon yapabilmektedir. Bu bağlamda obsesif kompulsif bozukluğun aşırı temizlik düşkünlüğü ve tertip ve düzen alışkanlığı, kontrol mekanizmaları hastalıkları olarak kabul edilmemekte, aklileştirme mekanizmasıyla realiteye yerleştirilmeye çalışılmaktadır.

 

 

 

16. Dağılma (Disosiyasyon)

 

 

Prefrontal korteksin (ön beynin) görevi, beynin diğer bölgelerinde birbirinden bağımsız yaşayan, örgütlenen ve ayrı amaçlara hizmet eden farklı farklı taleplerin belirli bir hedefe yöneltilerek bir entegrasyona tabi tutulmasını temin etmektir. Kimliğin gelişiminde kendilik ve dışarının ayrışması, içeriyle dışarının farklılaşması, hayal ile gerçeğin ayrıştırılması, geçmiş yaşantılarla şu anki yaşantının ayrışması, geçmiş yaşantılarla şu anki ve gelecekteki yaşantıların birbirinden ayrılması gerekir. Bunu bir merkezin entegre ederek yapması gerekir. Bu merkez de pre-frontal korteksimizdir. İçsel yaşantılarımızın tamamını kontrol ederek onlar arasında öncelikli olan ihtiyaçlarımızı tespit edip düşüncemizi, dikkatimizi ve irademizi oraya odaklayarak farkındalık projektörümüzü oraya konumlandırırız. Bu bireysel varoluşumuz, farkındalığımızın meydana gelişi ve bir ruhsal çeper içerisinde hareket etmemizi temin eder. Yaşadığımız her zaman dilimi iç ve dış gerçeklik dünyasının bir bütün olarak var olduğunu bize her an hissettirir. Zaman dilimleri ardıcıl yaşantılar halinde yaşanmaya devam ederken geçmiş ve gelecekle ilgili yaşantıların veya fantezilerin ahengini de temin eder. Bazı durumlarda pre-frontal korteksin bu kontrol sistemi bozulur ve bu yapıyı bütün olarak koruma işlevinden uzak kalır. Bu durumlarda birey bütünlüğünü koruyamayarak aynı bedende farklı hisleri, duyumları, yaşantıları farklı farklı hisseder ve yaşar. Bunlar arasında bir birlik ve ahenk yoktur. Zaman, mekân ve olaylar zinciri arasındaki bağlantılar kopmuş gibidir. Bu, dağılmanın biyolojik temel mekanizmasıdır. Bazı cerrahi müdahalelerden sonra pre-frontal korteksi harap olmuş bireylerde kimliği bütünleştiren ve entegre eden yapının devre dışı kalması sonucunda birbiriyle uyumsuz davranış ve yaşantılar ortaya çıkmaktadır.

Bazı dürtüler entegre olmuş bir kimlik yapısı içerisinde kendilerini ifade etmek, nesnelerine ulaşmak ve deşarj olmak için uygun ortamlar bulamaz. Özellikle merkezi kontrol sisteminin güçlü bir yapıya bürünmediği yani egonun ve kendiliğin güçlü bir hale ulaşamadığı bireylerde bu dürtüler merkezi sistemden bağımsız bir şekilde kontrol sistemini ele geçirerek farklı yaşantıları gerçekleştirebilir. Bu, kişinin iradî dikkat ve kontrolüyle gerçekleşmeyen otomatik mekanizmalardır.

Dağılma fenomeni doğal bir savunma sürecinden çok ağır bir patolojik sürece değin geniş bir yelpazede etki gösterebilir. Çok sıkıcı bir dersi dinleyen Ferruh kardeşimiz mevcut ortamdan uzaklaşarak kendi iç dünyasında hoşnutluk duyacağı farklı bir zaman dilimine kayabilir. O ortamda konuşulan cümleler artık fonda kalmıştır. Ferruh Bey köyünde yıllar önce yaşamış olduğu bir anıyı gözünde canlandırabilir veya gelecekle ilgili tasarımladığı bir kendiliği, bir kariyer imkânının keyfini sürebilir ve böylece mevcut gerçeklikten uzaklaşabilir. Bu bir dağılma fenomenidir. Öğrencilerin sıkıcı dersler esnasında dalıp dalıp gitmeleri, evinde ders çalışan bireyin sayfayı okuduğu halde sayfanın sonuna geldiğinde zihninde çok farklı hayal ve imajları yakalaması dağılma fonksiyonunun uzantısıdır.

Sıkıcı bir yolculukta aracımızı kullanırken kilometrelerce veya saatlerce yolculuk yaptığımız halde farklı hayal âlemlerine dalmamız nedeniyle geçen süreyi ve geçilen güzergâhı algılayamayız. Bu tip zamandan ve mekândan koptuğumuz yaşantılarımız dağılma savunma düzeneğinin oluştuğu dönemlerdir.

Bireyin içerisinde ego denetiminin zayıflığı nedeniyle kontrol altına alınamayan farklı yöndeki dürtüler, aktivitelerini artırır ve egoyu kontrole çalışırlar ise ego burada bölünmekte, farklı kişilik örüntülerinin yaşayabileceği alanlar ortaya çıkmaktadır. Kişilik, çeşitli özdeşimler yoluyla içe alınan parçaların birleştirilerek bir hamur halinde yoğrulması ve bir bütün olarak ortaya çıkarılması işlemidir. Bu birleştirme süreci sağlıklı bir şekilde yapılanmazsa bireyde farklı kişilik örüntüleri, farklı merkezler halinde birbirinden bağımsız örgütlenmelere gidebilirler. Bu durumda aynı bedeni paylaşan birçok kişiliğin iç içe geçtiği bir yapıyı görmek mümkündür. Bu kişilik örüntüleri birbirinden bağımsız ayrı ayrı yaşantılarını sürdürürken kendi içinde bir bütünü temsil etmekte, diğer kişilik örüntüleriyle ayrı bir varlıkmış gibi ya haberleşmekte ya da iletişimini tamamen kesmektedir. Bu durum genellikle ağır disosiyatif bozukluğu olan çoğul kişilerde karşımıza çıkmaktadır. Bunlara alter kişilikler ismi verilmektedir. Alter kişilikler bağlamında dağılma fenomeni, hafif bir patolojiden ağır bir patolojiye kadar uzanan bir yelpaze oluşturabilmektedir. Gün içerisinde nesne ilişkilerinde farklı farklı davranan bireylerin bu davranış örgütlenmelerini alter (değişken) kişilikler olarak isimlendiren bilim adamları olduğu gibi, birbirinden tamamen bağımsız ayrı yaşantıları sürdüren ve her birinin hayat hikâyesi ayrı seyreden alter kişiliklerden bahsetmek de mümkündür. Genel kabul, dağılma fenomenini içeren çoğul kişilik örgütlenmesinde ikici tipteki anlayış ön plana çıkmaktadır.

Ego, merkez komuta kontrol görevini üslenemeyince federatif bir sisteme gitmektedir. Egosu güçlü olarak gelişmiş, dürtüler üzerine hâkimiyet kurabilen, dürtülerine yüceltme mekanizması sayesinde kendiliğe, gerçekliğe ve süperegoya uygun deşarj yolları bulabilen ego için sorun yoktur. Bu manada zayıf bir ego ve kendilik, dürtüleri kontrol etmekte, onlar arasında ahengi ve entegrasyonu sağlamakta ve onları yüceltilmiş hedeflere yöneltebilmekte yetersiz kalırsa alternatif bir çözüm olarak dağılma-savunma düzeneğini kullanmaktadır. Bir taraftan cinsel dürtülerin yoğun baskısı altında kalan, diğer taraftan aşırı süperego baskısından bunalmış olan bir hanım kızımız, bu iki yapıyı entegre edip bir kimlik içerisinde mezcedemediği zaman dağılma savunma düzeneğini devreye sokabilir. Böyle bir hamın, gündüzleri dinî bir yaşantı içerisinde hayatını idame ettirirken geceleri farklı bir kimliğe bürünüp para karşılığı fuhuş yapabilir. Bu iki yapı birbirinden bağımsız ve habersiz yaşantılarını sürdürebilir. Bu iki farklı alter kişilik zaman zaman duygusal olarak birbirilerinin varlığını hissederlerse egonun bir başka savunma düzeneği ile intihara varan bir sürece kadar gidebilir.

Burada ikinci tür bir dağılma fenomeninden bahsedilebilir. Bu sanki pre-frontal korteksin merkezi kontrolünün isteği doğrultusunda ego işlevlerinin bölünmesiyle ilintili olabilir. Bir vakamızda ergenliğe henüz girmekte olan bir genç kızımız komşunun oğlu ile yazlıkta cinsel bir yakınlaşma sonucunda bekâretini kaybettiği hissine kapılmıştır. Ailesi ve çevresi tarafından çok saygın, çalışkan ve değerli olduğu kabul edilen ve bu konuda taltif edilen bu hastamız yarın başına gelebilecek bir felaketin önünü alabilmek için alter bir kişilik yaratma mecburiyetini hissetmiştir. Belirli zaman dilimlerinde bu kızımız çok agresifleşmekte, saldırganlaşmakta ve ağza alınmadık küfürler savurmaktadır. Bu dönemlerde ruhsal bir takım güçlerin etkisi altında yaptığı şeklinde bir savunma kurmaktadır. Bu kızımızın tedavi sürecinde gördük ki; olay tamamen merkezî kontrol sisteminin planlı, programlı talebine bağlı iki farklı kimliğin oluşturulması ve bunların yaşam alanlarının belirlenmesiyle ilgilidir. Bekaretle ilgili bir sorunu olmadığını öğrendikten sonra kimlik entegre edilip sağlıklı bir yapıya kavuşturulmuştur.

 

 

 

17. Yap-boz

 

 

Yap-boz düzeneği, id’in dürtüleri ile süperegonun baskısı altındaki dürtülerin ego zemininde savaşını ifade eder. İdden gelen dürtüler deşarj bulmaya çalışırken süperegodan gelen baskılar bunu önlemeye çalışır. Bu arada simgeler üzerinde bir savaş cereyan eder ki buna yap-boz savunma düzeneği denir. Elini kirli hissedip yıkayan, kapıyı kilitlediği halde kilitlemediğini hisseden, ütünün fişini çektiği halde çekmediğinden kaygılanan, kapı kollarına dokunamayan, uzaktan kumandaları eline alamayan, kaldırımların çizgilerine basamayan, zihnine kötü bir düşünce geldiğinde o eylemi baştan yapma gereği hisseden herkes yap-boz düzeneğini uygulamaktadır.

Gerçeklik, dış dünyanın beynimize ulaştırdığı elektriksel potansiyellerden ibarettir. Dış dünyanın varlığını, ancak bu elektriksel potansiyeller sayesinde hissederiz. Bu elektriksel potansiyelleri oluşturan her şey bize dış dünyanın varlığı olarak gelir. Gerçekten dış dünya var mıdır yok mudur bilmiyoruz. Algılayan, beynimiz; algılanan şey ise uyarılardır. Yaratılışımıza uygun olarak algılanan materyal, entegre edilmekte, birleştirilmekte ve anlamlandırılmakta; böylece bir tasarımlar dünyası kurulmaktadır. Tasarımlar dünyası zihinde var olurken konuşmayla, sesle, sözle, renkle, koku ile tat ile dokunma ile etiketlenebilmektedir. Herhangi bir yaşantısal zaman dilimine veya olguya ulaşmak için onu çağıracak herhangi bir uyarıcı etmeni aktive etmemiz yeterlidir. Cinsellikle ilgili bir yaşantıyı zihnimizde aktive etmemiz, onunla ilgili sözcüklere bakmamız, konuşmamız, ifade etmemiz yeterli olabilmektedir. Tat, görüntü, koku da aynı etkiyi yaratabilmektedir. İnsanlar arası iletişimde söz çok önemlidir. Söz, eşyaları simgeleyen etiketlerdir. Bu etiketler sadece ses dalgalarının oluşturduğu yapılar olmanın ötesinde, arkalarında büyük anlamlar taşımaktadır. İnsanlar birbirleriyle iletişim kurarken yaptıkları tek şey havadaki ses dalgalarının frekans ve amplitüdünü değiştirmektir. O frekans ve amplitüd tercüme edilmekte, anlamlandırılmakta ve kişi reaksiyon vermektedir. İşte id ile ego ve realite arasında böyle bir etiketleme ve simgesel iletişim yolu kullanılmaktadır.

Her gün konuşmayı kullanarak simgeler üzerinden iletişim kurmamızı çok çok doğal kabul ederken, ondan daha etkin, daha canlı ve daha gerçekçi bir dil kullanan rüyalarımızın simge dilinin çok absürt olduğu gibi bir iddiayı rahatlıkla gündeme getirebiliyoruz. Bu aynen, bir Japon’un bir Türk’ün karşısına geçip Japonca küfür etmesi karşısında Türk’ün anlamsız anlamsız bakmasıyla; bir başka Türk’ün aynı küfürleri Türkçe söylemesi karşısında cinayete kadar varabilecek bir eylemi aktive edebilmesine benzemektedir. Rüyaların ve id’in kullandığı dil de, kendine has simge dilidir. Konuşmadan çok daha anlamlıdır ve özeldir. İşte yap-boz düzeneği id ile süperego arasında, idle ego arasında, idle gerçeklik arasında bir mektuplaşma veya atışma gibidir.

Yap-boz düzeneği obsesif kompulsif bozukluğun ana savunma düzeneğidir. Birey bir takım eylemleri yapmak ve bozmak zorunluluğu hisseder. Veya iç dünyasında bir takım hisler duyar ve bu hisleri ortadan kaldırmaya yönelik karşı davranışlar veya düşünceler ortaya koymaya çalışır. Bunların hepsi simgeler üzerinden yürütülen bir savaş halidir.

Kişi elini kirli hissetmektedir. Mantıklı olarak elinin temiz olduğunu gayet iyi bilmektedir. Ama bu kirlilik hissinden arınamamaktadır. Arınmak için elini yıkama mecburiyeti hissetmektedir. Elini yıkadığı zaman birey rahatlamaktadır. Ancak birkaç adım attıktan sonra aynı kirlilik hissini yeniden duyarak tekrar elini yıkamak zorunda hissetmektedir. Bu, fâsit bir dairedir. Bazen saatlerce lavabodan ayrılamayan bireyler olduğu gibi günlerce arınmak için küvetten ayrılamayan, küvette yatan hastalarımız mevcuttur. Burada ne olmaktadır? Birey simgeler dünyasında eliyle bir mastürbasyon yapmış, bir cinselliği yaşamış veya bir agresyonu boşaltmış olabilir. Bu, bir dürtünün deşarjı anlamını taşır. Hemen ardından oluşturulmuş olan süperego devreye girerek kişiyi suçlulukla ve kirlilikle itham eder ve bu eyleminden vazgeçmesi için onu uyarır. Hissedilen kısım sadece kirlilik duygusudur. Süperegonun, egonun veya gerçekliğin bilinçdışı baskısı altında kişi bu eylemden vazgeçmek için arınma yolunu seçer; arınma da el yıkama yoluyladır. Elini temizlediği zaman arınmış ve rahatlamış olur. Ancak dürtü deşarjı zaman ve mekân kavramından yoksundur ve sonsuz sayıda dürtü deşarj olmak için kapıda beklemektedir. Dürtünün yoğunluk derecesine göre arınmışlık hali birkaç saat devam edebildiği gibi birkaç saniye kadar da sürebilir. Dürtü tekrardan aktive olmakta, kişiyi yapılmaması gereken eyleme sokmakta ve bunun bedelini ödemeye de mahkûm etmektedir. Burada ego, pinpon topunun raketler arasında gidip geldiği pinpon masası gibidir.

Birkaç vakamızdan örnek verecek olursak konu daha açık hale gelecektir. Bir hastamız köpek sesi duyduğunda mutlaka gusül abdesti alma mecburiyeti hissediyordu. Vaka incelendiğinde ergenlik döneminde köy yerinde bir başkasıyla cinsel yakınlaşması olmuştu. Bu esnada köyde sabah ezanları okunmakta ve köpek havlamaları meydana gelmekteydi. Köpek havlaması, ezan okunması ve cinsellik bir sistem oluşturmuştu. Ezan sesi süperegoyu ve köpek sesi de gerçekliği temsil ediyordu. Daha sonraki yıllarda ne zaman köpek sesi duysa içinde büyük bir suçluluk, huzursuzluk ve günahkârlık hissediyor ve bu duyguyu ancak gusül aptesti alarak ortadan kaldırabiliyordu. Bu, tipik bir yap-boz düzeneğidir.

Bir başka hastamız sokakta ne zaman bir erkekle yüz yüze gelse kendisini onunla cinsel ilişkiye girmiş gibi hissediyor ve en kısa sürede evine dönerek gusül aptesti alma mecburiyeti hissediyordu. Bu durum, hayatını çok ciddi bir şekilde kısıtlamış ve hastamız dışarıya çıkamaz hale gelmişti.

Obsesif kompulsif kişilik, arınmışlık duygusuna önem veren, mükemmeli yakalamaya çalışan ve kendini tüm suçlardan ve günahlardan arınmaya yönelten bir yapıdır. Gerçek dünyada dürtüleri deşarj etmeden ve haz duymadan yaşamak mümkün değildir. Gerçeklik bu olunca birey, sembolik de olsa simgesel dünyada kendisini temsil eden bir nesneler zinciri kurmaktadır. Bazı nesnelere kendilik tasarımını atmakta, onları temiz, tertipli ve düzenli tuttuğu oranda kimlik muhafaza edilebilmekte ve korunabilmektedir. Dürtülerin yoğun baskısı altında bunalan ve onların kirlenmişlik duygusundan uzak yaşamaya çalışan birey, kendisine belirli yaşam alanları seçebilmektedir. Ergenliğe ulaşmış ve ailesiyle bir evde yaşamaya mecbur olan bir kızımız için nesneler dünyası birkaç eşyadan oluşmaktadır. Bir hastamızda temiz kendiliğin yansıtıldığı bu nesneler yatağı, karyolası, iç çamaşırları, geceliği, salondaki koltuğu, işaretlenmiş tabağı, bardağı, kaşığı ve çatalıdır. Bu eşyalara hiç kimsenin dokunma hakkı yoktur. Herhangi bir şekilde aile bireyleri veya dışarıdan biri bu nesnelere dokunursa çok şiddetli tepki vermekte, dokunmanın kirliliğini giderebilmek için dokunulan yer uzun süreli ritüellerle temizlenmektedir. Dışarıda giydiği elbiseleri kirlidir ve pistir. Hiçbir zaman yatağına veya karyolasına dokunamaz. Ancak onları çıkardıktan sonra dokunabilir.

Bir başka hastamız ev hanımıdır. İki çocuğu ve eşi ile beraber yaşamaktadır. Kendilik tasarımını evin tamamına yansıtmıştır. Evin her yeri kutsal ve temizdir. Yıllardır eve dışarıdan misafir almamaktadır. Dışarıyla temas, sadece eşi ve çocuklarıyla olmaktadır. Kapı ve pencere sıkı sıkıya kapalıdır. Akşam olup eşi ve çocukları eve geldiğinde kapıdan içeri alınmakta; onlardan, çizilen çizginin gerisinde dış kıyafetlerini tamamen çıkarmaları ve uzatılan pijamaları giymeleri istenmekte ve eve ancak bu şekilde girilebilmektedirler. Çıkarılan kıyafetler hemen çamaşır makinesine koyularak hemen yıkanmaktadır. Evdeki bir cihaz bozulduğunda eve tamirci alınmamakta, cihaz dışarı atılarak yeni cihaz alınmaktadır.

Bir başka hastamızda arınmışlık duygusu evinin tamamına yansıtılmakta fakat ilginçtir ki eve kendisi de girmemektedir. Evin karşısındaki daire satın alınmış, bir başka aile, yakını oraya taşınmış, bu hanım da orada yaşamaktadır. Bu kişi her gün bir iki saatliğine kendi evine geçmekte, evinin önce kapı ve pencerelerinin kapalı olup olmadığını incelemekte, ardından muslukların kapalı olup olmadığına bakmakta, atık su kanallarını incelemekte; yani dış dünya ile iletişim anlamına gelebilecek her türlü kapının kapalı olduğu tespit edilmektedir. Ardından evi tamamen silmekte ve geri geri antreden çıkmakta ve kapıyı çarparak karşı daireye geçmektedir. Karşı dairede ise her türlü kirli ortamda yaşamak gayet doğaldır. Bir başkasının ya da aile fertlerinden birinin kendi evine girdiğini fark ettiğinde çılgına dönmekte ve evi saatlerce temizleme mecburiyeti hissetmektedir.

 

 

 

18. Entelektüalizasyon

 

Entelektüalizasyonun birkaç çeşit izah tarzı vardır. Genellikle üç alt başlık altında incelenebilir.

a. Şaka, espiri ve fıkralarla bilinçdışı istek ve arzuların deşarj yolu bulması anlamında entelektüalizasyon:

Bu tür entelektüalizasyonu bir örnekle açıklamaya çalışalım. Öğrenci kantinlerinde gençler dürtülerini deşarj etmek için fırsat kollarlar. Kızlı-erkekli bir masa etrafında, sosyal ortamın izin verdiği ölçüde paylaşım oluşmaktadır. Fakat bilinçdışı dürtüler çok farklı emeller beslemektedir. O sırada Ahmed’in aklına bir fıkra gelir. “Arkadaşlar aklıma bir fıkra geldi anlatabilir miyim?” der. Arkadaşları bu işe zaten teşnedir. Hemen anlat derler. Ahmet bir geri adım atar: “Ama çok ayıp, anlatamam” der. Bu, karşı taraftakilerin dürtülerini tahrike ve meraklarını cezbetmeye yönelik bir adım ve süperegoya verilen bir tavizdir. Arkadaşlar bu kez daha heyecanlı bir şekilde ısrar ederler. “Anlat anlat!” ve Ahmet fıkrayı anlatır: Temel, Dursun’la iyi arkadaştır. Fakat Temel’in gözü Dursun’un eşi Fadime’dir. Temel’in, Dursun’un saflığından yararlanarak Fadime’ye nasıl ulaştığını anlatarak fıkra biter. Herkes mutludur. Burada ne olmuştur? Ahmet, masanın etrafında olan Ayşe’ye göz koymuştur. Ancak Ayşe Mehmet’le ilgilidir. Ahmet bu fıkra yoluyla Mehmed’i saf dışı bırakmış ve Ayşe ile birlikte olmuştur. İlginçtir ki fıkrayı dinleyen herkes, kendi rolünü fıkradan seçip kendisine pay çıkararak bir dürtüsünü deşarj ettirmiştir. Bu bağlamda anlatılan fıkralar, yapılan espri ve şakalar bilinçdışı bir takım dürtülerin deşarj yollarıdır. Toplum tarafından kabul edildiği için bir emniyet subabı görevi görmekte ve dürtüler tehlikesiz bir şekilde savuşturulmaktadır.

b. Dinamik psiko-terapik sürece giren bireylerin, öğrenilen malzemeye takılıp kalması ve içselleştirememesi anlamında entelektüalizasyon:

Psikoterapi, bir değişim sürecidir. Bu değişim süreci, içinde duygusal, düşünsel ve davranışsal öğeler taşır. Bunların her aşamasında iç görü, bilgilenme ve eğitim vardır. Kişi bunları alarak içselleştirir, bir değişime tabi tutar ve kimliğine sindirir. Bu bir terapi sürecidir. Bazı bireyler direnç mekanizmaları nedeniyle bu terapi sürecini bozarak engellemeye çalışırlar. Bunu da entelektüalizasyon savunma mekanizmasıyla yaparlar. Farkındalık düzeyi ile fark edilen mekanizmalar değiştirilmeye ve doğruya dönüştürülmeye çalışılması gerekirken, kimlikten ayrıştırılıp izole tutulmaya çalışılır. Sanki birey şöyle demektedir, “Aaa bak rasyonalizasyon yapmışım, burada yadsıma yapmışım, şimdi projeksiyona geçmişim” diyebildiği gibi öğrendiği bilgi ve süreçleri başkasına aktarmaya çalışır. Konu ile ilgili detaylı kitaplar okuyarak, psikoloji ve psiko-dinamik bilgiye vakıf olmaya çalışır. Bu, kendinde bir değişim yaratmadığı gibi değişmeyi de zorlaştıran çok ciddi bir engel olarak terapinin önünü keser, kişiyi doğallıktan uzaklaştırır.

c. Bilgi sahibi olan bireyin aşağılık kompleksini tatmin için bilgiyi satması anlamında entelektüalizasyon:

Farklı nedenlerle oluşan aşağılık kompleksi kişinin edindiği farklı meslek dallarındaki bilgi, beceri ve deneyimlerini başkalarına aktararak kendi varlığının ve değerliliğinin onanmasını talep etmesi şeklinde ortaya çıkabilir. İki profesör televizyonda sohbet programına çağrılmıştır. Spiker sorar: “Ülkenin gecekondulaşması hakkında ne düşünüyorsunuz?” Profesörün biri halkın anlayacağı dilden, açık, yalın, basit ve net cevaplar verir. Diğeri ise dakikalarca bir takım Latince kelimeleri ve literatür isimlerini zikrettikten sonra konunun tarihçesinden başlayarak dünyadaki gelişimlerini aktarıp sonuç itibarıyla bir öncekinin dediklerini söyler. Burada ne olmuştur? Birinci profesör kendinden ve makamından emin, hiçbir şeyi ispat gayretinde değildir. İhtiyaç duyulan bilgiyi en basit şekilde aktarmaya çalışmaktadır. İkinci profesör ise kendisini yetersiz görmekte ve kendini ispat gayreti içine düşmektedir. İstenilen bilginin ne olduğu, kime ulaştığı ve niçin ulaştığı önemli değil, onun ne kadar çok şey bildiğinin ispat edilmesi önemlidir. Bu da entelektüalizasyonun bir başka boyutta ortaya çıkmasıdır.

 

 

 

19. Somutlaştırma

 

 

Somutlaştırma savunma düzeneği, irademizle kontrol edemediğimiz bedensel organlarımızın psikolojik tetikleyici unsurlara bağlı olarak bozukluk ortaya çıkarmasına verilen isimdir. Bu manada mide ülseri, kalın bağırsak ülseri, kabızlık, ishal, çeşitli deri reaksiyonları, nefes darlığı, astım krizi, kalp çarpıntısı, ritim bozukluğu, tansiyon düşüklüğü ve yüksekliği, migren, kas ağrıları ve hormonal bozukluklar somutlaştırma savunma düzeneğinin oluşturabildiği rahatsızlıklardır. Somutlaştırma savunma düzeneğini iki bağlamda ele alabiliriz. Biyolojik olarak organizmanın strese vermiş olduğu cevap olarak değerlendirebiliriz. Stres, dürtülerin hedefe ulaşamadığı dönemlerde ve dürtüler engellendiğinde ortaya çıkan bir bunaltı halidir. Bu bunaltı ve sıkıntı durumunda her organizma biyolojik açıdan çeşitli şekillerde zorlanmaya tabi tutulur. Bu zorlanmalar organizmanın çeşitli yerlerinde bozukluklara neden olabilir. Bu durumda strese bağlı psiko-somatik hastalıklardan bahsedilebilir. Zincirin halkaları basit bir kaşıntıdan, vücudun muhtelif dokularında çeşitli tür kanser geliştirmeye kadar gidebilen bir sürecin olduğunu göstermektedir. Laboratuar çalışmalarında hayvanlar üzerinde yapılan denemelerde strese maruz kalan hayvanlarda, ülserden kansere kadar oluşabilen süreçler görülmüştür. Aynı şeylerin insan organizması için de söz konusu olduğu iddia edilmektedir. Ancak üzerinde durulması gereken önemli bir konu aynı stres etkenine maruz kalan bireylerin cevaplarının farklılığıdır. Strese karşı dayanıklılık, hastalığın oluşmasını engelleyen ciddi bir engel iken stresin hangi tür psiko-somatik rahatsızlığa neden olacağı ile ilgili konu da açığı kavuşturulmalıdır. Burada yatkınlık söz konusudur. Bazı organizmaların genetik yapısında bazı hastalıklara karşı eğilim mevcuttur. Bio-psiko-sosyal bir model olan insanın, negatif unsurların oluşturulduğu durumlarda biyolojik eğilim içinde olan bölge veya organlarında hastalıklar çıkarmaktadır. Aynı stres etkilerine maruz kalan bireylerin bir kısmında tansiyon, bir kısmında şeker bir kısmında astım bir kısmında da deri reaksiyonları meydana gelebilmektedir. Stres, vücuttaki farklı sistem ve organları etkileyebilmektedir. Bunu da belirleyen kişinin bu hastalığa olan yatkınlığıdır. Stres burada tetikleyici bir mekanizma görevini görmektedir.

Dinamik psiko-patoloji içerisinde somutlaştırma çok önemli bir yer işgal etmektedir. Somutlaştırma, psikolojik bir rahatsızlık sonucunda ortaya çıkmaktadır. Kişinin dinamik süreçlerindeki tıkanıklıklar ve problemler bir alarm sistemi gibi kişiye sinyal vermektedir. Kişinin bu sinyali fark etmesi ve ona uygun tedbirler alması istenmektedir. Kişiden geçici çözümler değil radikal çözümler talep edilmektedir. Psiko-dinamik süreçte somutlaştırılan organ ve o organın fonksiyonu rasgele seçilmeyip özel bir anlam içermekte ve ona özel bir mesaj yüklenmektedir. Bu manada semptom olarak karşımıza gelen herhangi bir belirti, arka planında psiko-patolojik yapının tercümesini bize aktarabilmektedir. Bir vakamızda babasıyla ödipal çatışması olan bir birey, babasının kalp krizi geçirdiğini öğrendiğinde çok bunaltı ve sıkıntı hissederek acilen hastanedeki babasına ulaşmış ve onun ölmemesi için büyük bir gayret göstermiştir. Babası iyileşip taburcu olduktan kısa bir süre sonra hastamızda panik bozukluk rahatsızlığı başlamıştır. Ani ataklar halinde nabzı hızlanmakta, kalbi şiddetli bir şekilde çarpmakta ve kalbinin duracağı ile ilgili yoğun korku yaşamaktadır. Bu sanki babaya yapılan bir gönderme, bir bedel gibidir. Aynı şekilde babasıyla ödipal çatışması olan bir genç hastamız babasının tansiyon yüksekliğine bağlı kısmî bir beyin kanamasından sonra kendisi de aynı korkuları yaşamaya başlamış; kendisinin her an beyin kanaması geçireceği ve felç olacağı ile ilgili kaygıları yoğunlaşmıştır. Her iki hastamızın incelenmesinde rahatsızlıkların, her ne kadar davranışçı ve bilişsel etmenler de bulunsa, temel dinamikleri incelendiğinde organ seçiminde bilinçdışı babayı öldürme arzusunun hayata geçirilmiş olmasından dolayı duyulan kaygının bir bedeli olarak ortaya çıktığı tespit edilmiştir.

Bir başka örnekte, mazoşist bir yaşantı içerisinde olan hastamız, eşiyle olan ilişkilerinde beyine karşı sadist duygularını tatmin etmek için eşinin en çok nefret ettiği gayta ile ilgili problemleri gündeme getirmekte ve ülseratif kolit rahatsızlığı oluşturmuş idi. Fakat bu hasta kanlı dışkısını her yere bulaştırmakta, bu süreçten de sanki gizli bir haz almaktaydı. Bir başka hastamız ne zaman yoğun anksiyete altına girse ürtiker çıkarmakta, tüm vücudu kabararak kaşınma krizlerine girmekteydi. Reaksiyonunu deri yoluyla ortaya koyuyordu. Obsesif kompulsif kişilik örüntüsü içinde olan bir başka hastamız, inatçılığını ve tutuculuğunu, kalın bağırsaklarını çalıştırmayıp kabız olarak simgeliyordu. Öfkelendiği dönemlerde ise ishal oluyor ve sanki dışkısıyla dünyayı kirletip cezalandırıyordu. Bu organların hepsi irademiz dışında faaliyet gösteren organlarımızdır. Somutlaştırma ancak bunlar üzerinde cereyan etmektedir.

Ağır diyabeti olan genç bir hastamız, stresör faktörleri kontrol altına aldığında insülin ihtiyacı çok azalmış, kan şeker değerleri marjı stabillik arz etmeye başlamıştır. Bir başka hastamız dinamik terapi süreci içerisinde bulantı, kusma reaksiyonları geliştirmiş, bunları kaale almaz bir tavır sergilediğimiz bir gün tansiyonunu 23’e kadar çıkartıp yüzümüzdeki korku ve panik hissini gördükten sonra yatışmış ve kısa süre içerisinde normal tansiyon seviyesine indirmiştir.

 

 

 

20. Dönüştürme (Konversiyon)

 

 

Gelişmiş ülkelerde dönüştürme savunma düzeneğine oldukça az rastlanmaktadır. Gelişmekte olan veya az gelişmiş ülkelerde ise daha sıklıkla karşımıza çıkar. Erkeklere göre bayanlarda daha fazladır. Bireyin olgunlaşma ve entelektüel seviyesi arttıkça içsel çatışmaları saf bir bunaltı ve anksiyete olarak hissedilirken; bunun tersi durumlarda birey iç çatışmalarını, dönüştürme veya konversiyon reaksiyonu şeklinde ortaya koymaktadır. İd’in libidinal enerjisinin pozitif veya negatif anlamda deşarj ettirilmesine karşı engellerin bulunduğu durumlarda dönüştürme düzeneği devreye girer. Boşalmaya çalışan dinamik güçlerle onları engellemeye çalışan engelleyici güçler arasındaki bilinçdışı savaşımda birey kendini dönüştürme mekanizmasıyla ifade edebilir. Dönüştürme, vücudumuzun irademizle kontrol edebildiğimiz organlarının fonksiyonel olarak bozulmasına veya devre dışı bırakılmasına verilen isimdir. Özellikle motor hareketlerimizi sağlayan kas kuvvetimiz, konuşmamız, görmemiz, işitmemiz, tat duyumuz, yürümemiz, dokunmamız, irademizin tercihi ile kontrol edebildiğimiz organlarımız ve fonksiyonlarımızdır. Psikolojik çatışma durumlarında organlarımızın bu doğal görevleri devre dışı kalabilir. Bu durumda histerik körlükten, histerik sağırlıktan ve konuşamazlıktan ve histerik felç ve bayılmadan söz edebiliriz. Tüm bu durumlarda dönüştürme mekanizması devreye girmiş, içsel bir çatışma bir organın bozukluğu ile kendini ifade imkânı bulmuştur. İçsel duyguların teferruatıyla dile getirilemediği zamanlarda bu duyguların toplumsal bir dil olan somutlaştırma diliyle ifade edilmesi bir çözüm yolu olabilmektedir.

Bu savunma düzeneğinin çalışma sistematiğine daha derinlemesine bakacak olursak iki ana parça üzerinde oluştuğunu gözlemleriz. Bunlardan birincisi hazza ulaşmak için yaşanmak istenen dürtülerin bireyin egosuna ters düşmesi, gerçekliğe aykırı bulunması veya süperegosuyla zıtlık arz etmesi durumunda ortaya çıkar. İkinci eksende ise kişinin saldırganlık dürtülerinin ve öfke deşarjının meydana getirdiği tehlikelere karşı konversiyon reaksiyonu ortaya çıkabilir. Bir başka şekilde egonun gerçekliği kabullenememesi durumunda da bir yadsıma reaksiyonu olarak dönüştürme reaksiyonu kullanılabilir.

Henüz genç yaştaki bir kızımız okul dönüşü eve geldiğinde annesini bir başka erkekle yatak odasında görünce o andan itibaren görme fonksiyonunu yitirmiş, histerik bir körlük geliştirmiştir. Görülen ilk materyal yadsınarak bilinçdışına itilmiş ve bu ikili savunma düzeneği egoya bir kurtuluş reçetesi sunmuştur. Muhtemelen idol edindiği annesini böyle bir şekilde görmek ve yakalamak genç kızın egosuna çok ağır geldiği için ve ardından büyük bir yıkım yaşama ihtimali bulunduğundan peş peşe ilgili savunma düzeneği devreye sokulmuştur. Tüm savunma düzeneklerinde olduğu gibi burada da amaç bireyin egosunun güçlü bir şekilde ayakta kalmasını temin etmektir.

Aile ortamında ağır hakaretlere maruz kalan veya eşi tarafından sözle tahkir edilip her gün aşağılanan bir hanım histerik bir sağırlık geliştirebilir. Aynı şekilde ayakların felç olması, ellerin felç olması, bayılma nöbetlerinin geçirilmesi, dönüştürme reaksiyonunun çok sık görülen diğer türleridir. Bilindiği gibi somutlaştırma savunma düzeneği irademizle kontrol edemediğimiz bir takım organların fonksiyonel bozukluğuna verdiğimiz isim iken dönüştürme savunma düzeneği irademizle kontrol edebildiğimiz organlarımızın bozukluğuna verilen bir isimdir. Zaman zaman bu iki savunma düzeneği birbiriyle iç içe işlemekte ve sınırlar ortadan kalkabilmektedir. Daha da ötesi savunma düzeneği olmaktan öteye narsistik kişilik bozukluğunun libidinal enerjisinin dış nesnelere yönlendirilememesi sonucu enerji, bireyin kendine yönlendirilebilmektedir. Bu durumda da hastalık hastalığı olarak niteleyebileceğimiz hipokondriyasis klinik tablosu ortaya çıkar. Birey muhtelif organları üzerinde aşırı bir hassasiyete sahip olmakta, o organlarını çalışmasıyla ilintili olarak katastrofiye veya felaket yorumlarına yönelmektedir. Bu durumda da somutlaştırma ve dönüştürme savunma düzeneğinin iç içe geçtiği bir yapıyı gözlemlemek mümkündür. Psikolojik olgularda konuya bir perspektiften yaklaşmak her zaman için hatalı sonuç verir. Savunma düzenekleri de aynı şekildedir. Bir savunma düzeneği birçok savunma düzenekleri ile birlikte çalışırken kimliğin ve kendiliğin muhtelif parçalarıyla da etkileşim içine girer. Böyle bir komple yapıyı daha iyi kavrayabilmek için iki klinik tablonun izahını burada yapmak istiyorum:

Vaka 1:

Anadolu’da kırsal kesimde çalışan hekim arkadaşlarımızın sıkça karşılaştığı rahatsızlıkların birisi de dönüştürme mekanizmasına bağlı konversiyon bayılmaları veya felç halleridir. Zorunlu hekimlik yaptığım dönemde sıklıkla bu tip savunma düzenekleri ile karşılaşmış ve olaya müdahil olmuştum. Bunlardan birisinde genç bir hanım evliliğinin henüz birinci yılındaydı. Çok büyük ümitlerle ve mutluluk hayalleriyle yapılan bir evlilikten sonra ağır bunaltılar ve hayal kırıklıkları yaşamaktaydı. Dağ başında sürdürülen bir mezra hayatında her türlü ağır iş koşullarında çalışan ve akşama kadar yorulan bu genç kız, akşam da eşinin ağır hakaretlerine maruz kalıyor ve ondan dayak yiyordu. Cinsel hayatları ise çok kötü idi; eşi ona bir hayvan muamelesi yapıyor ve onu ters ilişkiye zorluyordu. O ise bu tip bir muameleden tiksiniyor ve öfke doluyordu. Evliliğinden pişman idi. Geri anne evine dönmek istiyordu. Ancak gelin olurken kendisine beyaz gelinlikle çıktın ancak buraya kefeninle dönersin denilmişti. Dönüş yolları da tıkalı idi.

Bu hanım dâhiliye ile ilgili bir şikâyeti nedeniyle bize müracaat ettiğinde kendisinin hastalık hikâyesini dinlemiş, onu karşımıza alıp konuşmuş ve ciddi bir muayeneden sonra reçetesini düzenleyerek kendisine şifalar dilemiştik. Gözlerindeki ışıktan anladığımız kadarıyla ilk defa insan yerine konuyor, genç bir doktor tarafından muhatap kabul edilmenin gururunu yaşıyor ve mutluluk duygularıyla sanki muayenenin uzamasını istiyordu. Aradan haftalar geçmişti, bir gece lojman kapımın zili çaldı. Kapıyı açtığımda bir grup köylünün feryat ederek kızlarının öldüğünü, hastalandığını ve onu kurtarmam için yalvardığını gördüm. Apar topar aşağı indiğimde ambulansın içine yatırılmış, hiçbir yeri hareket etmeyen hastamızı gördüm. Hastanın etrafında tüm ailesi, akrabaları ve damadın yakınları vardı. İlk muayenemde hastamın Dönüştürme reaksiyonu geçirdiği gerçek bir felç hali olmadığı teşhisini koydum. Hastamı muayene odasına alarak hemşire hanımın almış olduğu sakinleştirici bir iğneyi olumlu telkinler eşliğinde yaptırdım. Aradan geçen yirmi-otuz dakikadan sonra hastam yavaşça kendine gelerek ayağa kalktı. Hastalık hikâyesini dinlediğimizde; hastamızın eşiyle yine tartışmaya girdiğini, ağır hakaretlere maruz kaldığını, eşinin ona dayak attığını öğrendik. Tüm bunlar sürdürülürken içini öfke kapladığını, inceldiği yerden kopsun duygusu ile kendisinin de ona vurmak istediğini, ölümü bile göze aldığını ifade etti. İşte tam bu esnada elinin ve ayağının buz kestiğini, canının çekildiği ve gözlerinin karararak boş bir çuval gibi yığılıp kaldığını ve başka hiçbir şey hatırlamadığını anlattı.

Bu hastamıza ne olmuştu da bu hale gelmişti? Birey egosu, önemli ve değerli olduğunu hissetmeye çalışmaktadır. Her beklenti bir hayal kırıklığı ile sonuçlanmakta, umutların bittiği noktada kişide öfke ve kızgınlık hâkim olmaktadır. Öfke ve kızgınlığın, başladığı noktadan itibaren nerede duracağı kimse tarafından bilinmez; şiddet çok ciddi patlamaları meydana getirebilir. Bu hastamızda da aylardır maruz kaldığı aşağılanma, değersizlik, hakaret, şiddet ve hatta cinsel taciz, bireyde top yekûn bir karşı saldırı ve öfkeye neden olmuştur. İç dünyasındaki bu yoğun patlama arzusu o gün aktive olmuş, beyinden emirler çıkmış, organların bu emirlere itaat etmesi istenmiştir. İşte tam bu nokta önemlidir. Kişi karşısındakinin tüm zulmüne direnebilecek, karşı koyabilecek ve hatta ona saldırabilecek cesareti ve gücü bulmuştur. O artık zayıf değildir, o artık gücü ve haklarını savunan bir bireydir; artık o ölüme bile meyden okumaktadır, hiçbir şeyden korkmamaktadır artık. İşte tam bu cesareti bulduğu anda bunu hissettiği zaman diliminde egonun savunma düzenekleri büyük bir felâketin oluşmasını önlemek için devreye girer, Dönüştürme mekanizması ile kişinin bu gücünü kontrol eder ve birey bayılır. Şimdi ne olmuştur. Onurlu bir mücadele verilmiş, bireyin onuru kurtarılmış ve karşı koyabilme cesareti ve gücü sergilenmiştir ancak; bireyin egosu olayların gelişim zincirini uzun vadeli olarak düşündüğünde bireyin daha büyük bir açmaza gireceğini gördüğü için bu savunma düzeneklerini devreye koymuş, bu şekilde bir taşla iki kuş vurmayı hedeflemiştir. Birey, hem cesaretini sergilemiş hem de gelebilecek daha büyük bir felaketin önüne geçmiştir. Bireyin egosu çok akıllıca bir manevra yapmıştır çünkü bu olaydan birçok sekonder kazanç da elde edecektir.

Sekonder kazanç bireyin rahatsızlığı ya da semptomları nedeniyle kişinin kazandığı kazanımlara verilen isimdir. Buradaki sekonder kazanç nedir? Biraz önce erkek olarak gücünü gösterip, eşini tekmeleyip tokatlayan kişi korku içindedir; bu darbeler karşısında eşi yıkılmış, ona göre felç olmuş belki ölmek üzeredir, bunun sorumlusu da kendisidir. Bu korku ile panik içine düşen koca telaş ile eşini kaldırmaya çalışır ama bir türlü başaramaz. Eşi yerde cansız bir şekilde yatmaktadır. Korku ve panik hissi daha da yoğunlaşır. Hemen civardan yardım istenir. Olaya erkeğin ve kızın akrabaları müdahil olur. Gecenin bir yarısında köy yerinde araç bulup ilçeye ulaşmak oldukça zordur. Bunun için kasabanın belediye başkanına ulaşılarak ambulans devreyle sokulur, gece yarısında ambulansın sirenleri ve ışığı ile hasta apar topar evden alınıp kilometrelerce uzaktaki ilçedeki doktora yetiştirilmeye çalışılır. İş abartılmıştır, köylü için de bir macera ortaya çıkmıştır. İlgili ilgisiz herkes olayın peşindedir.

Sonunda doktora gelinir, doktor olaya müdahale eder ve olaya neden olan koca ciddi bir sorgulamadan geçirilerek doktor tarafından uyarılır. Doktor hastayı zor kurtarmıştır, bundan itibaren eşine ilgi ve sevgiyle yaklaşması önerilir. Bu seferliğine adli rapor tutulmayacağı tehditkâr bir üslupla kocaya anlatılır. Ve hasta büyük bir memnuniyet içerisinde ne kadar önemli ve değerli olduğunu hissederek köyüne geri döner.
Ancak bu hasta hayatta görmediği bu ilgi ve ihtimam karşısında bu davranışlarını alışkanlık haline getirerek dönüştürme reaksiyonlarının sayısını doktora ulaşılmak ve önemsenmek yani sekonder kazanç için artırabilir. Doktorun görevi burada bu sekonder kazançların önüne geçebilmektir.

Vaka 2: 

Muayenehanemize üç kişinin yardımıyla sırtta taşınarak çıkarılan hastamız iki ayağını da hareket ettiremediğini ve ağrıdan muzdarip olduğunu beyan etmişti. Elli yaşın üzerindeki bu dul hanım, çok sayıda kızı olan bir anneydi. Kızlardan birisi diğerlerinden farklı, çalışkan ve başarılı idi. Annenin amacı kızlarını okutmak, onları birer meslek sahibi yapmak ve onların bir yuva kurduğunu görmekti. Özellikle kızlardan birini çok önemsiyor ve onun üzerinde hassasiyetle titriyordu. Kızı da bu ilgiye ve ihtimama layık olmaya çalışıyor ve çok başarılı bir tahsil hayatı sürdürüyordu. Çok başarılı giden grafiği, üniversitenin ikinci sınıfında kızımızın bir erkek arkadaşının ortaya çıkmasıyla beraber ters yüz olmuştu. Anne bu ilişkiyi onaylamamıştı. Hatta tehdit edererek evlatlıktan reddedebileceğini beyan etmişti. Kızımız bunun üzerine anneyi terk etmiş ve o erkek arkadaşıyla evlenip onunla yaşamaya başlamıştı. Anne bu acıya dayanamamış ve her iki ayağında da felç hali gelişmiş, ayakları birbirinden uzaklaşacak şekilde kaskatı kesilmişti. Yapılan muayenelerde hiçbir şey bulunamamıştı. Bir konversiyon (dönüştürme) reaksiyonu olduğuna karar verilmişti. Bize geldiğinde bu reaksiyon uzunca bir süredir devam ettiğinden dolayı kalça eklemi leğen kemiğine kaynamış ve dönüşü olmayan bir sakatlık hali söz konusu olmuştu. Burada hastamızın psikolojisi nedir? Kızına bağladığı umutlar tükenince bir nevi kızını cezalandırma isteği kendi vücuduna yönelmiş, kendini tahrip eder noktaya gelmiş ve bunu oluşturabilmek için de dönüştürme savunma düzeneğini oluşturmuşu.

 

 

 

21. Hayal ve Rüya

 

 

Hayal ediyorsanız, o bir gün gerçektir. Her gerçek bir hayalle başlar. Bu cümleler hayâlin önemini belirtmek için sıkça kullandığımız cümlelerdir. Bütün projeler önce hayal edilir, ardından realize edilir. Hayal ile gerçekliğin arasındaki fark nedir? Beynimiz açısından hiçbir fark yoktur. Beynimiz ikisini de aynı şekilde algılar. Fakat zihinsel yapımızın gelişmişlik düzeyi ile ilgili olarak neyin gerçek neyin hayal olduğunu hayal etmek zorundayız. Bu ayırımı yaptıktan sonra da farklı farklı anlamlandırmalar ortaya çıkar. Hayalin hayal olduğunu bilmez isek gerçekmiş gibi yaşantılandırırız. Rüya bunun tipik örneğidir. Rüyada iken bütün hayallerimiz gerçekmiş gibi yaşanır ve hissedilir. Uyandığımızda bunun bir hayal olduğunu fark ederiz.

İdden çıkan dürtüler egoya ulaşarak ego vasıtasıyla gerçek dünyadaki nesnelerine varmak ister. Ego bu fonksiyonunu yerine getirebilirse dürtü hedefine ulaşmış ve üzerindeki yükü boşaltarak rahatlamış olur. Ancak çeşitli nedenlere bağlı olarak dürtü hedefine ulaşamıyor, ego ile işbirliği yapamıyor ve gerçekliğe ters düşüyorsa bu gerilimden kurtulamaz. Gerilimden kurtulamayan dürtüler bilinçdışında çok ciddi bir basınç oluşturarak kişiye büyük bir bunaltı hissettirebilirler. Bu hem yaşam enerjisini temin eden libidinal dürtüler olabildiği gibi hem de saldırganlık enerjisini ifade eden agresivite dürtüleri olabilir. Bu iki durumda da dürtünün hedefe ulaşması gerçekliği süperegoya ve egoya aykırı ise veyahut da yer ve zaman buna müsait değil ise hayal merkezi aktive edilebilir veya rüyada bir çözüm bulunabilir. Bizi rahatlatan ve en çok kullandığımız mekanizma, hayal ve rüya mekanizmasıdır. Umutların ve hayallerin tükendiği yerde ağır bir depresyon ve çaresizlik başlar. Ayağımızı yerden kesmeyen hayaller gerçeğe adapte olmamızı kolaylaştırırken ayağımızı yerden kesen hayaller bizi gerçekliğin ötesine fırlatabilir; bu da oldukça tehlikeli sonuçlar yaratır. Sınıfı geçtiğinde babası tarafından bisiklet alınacağı sözünü alan öğrencinin, bir yıl beklemeye tahammülü yoktur. O gece rüyasında zamanı hızlandırır, yılsonunda karnesini alarak başarı dolu karneyi babasına verir ve babasının almış olduğu bisikleti sabaha kadar zevkle sürer.

Hayalindeki kızı kafede gören delikanlı ona bir anda âşık olur ama kıza ulaşması, çıkma teklif etmesi ve onunla flört etmesi imkânsızdır. Kız çok uzaklarda gibidir. Dürtülerin beklemeye tahammülü yoktur. Uyku saatine kadar o kızla nasıl çıkıp gezdiğini hayal eden delikanlı geçici bir avunma ile rahatlamıştır. Gece uykusunda ise bir rüya senaryosunda kırk gün kırk gecelik bir düğün sonrası bir evlilik yaptığını ve olağanüstü bir ilk gece yaşadığını hayal eder. Bunların hepsi kısa sürede olup bitmiştir. Ama gerçekte hepsi yaşanmış gibi algılanmaktadır. Ulaşılamayan kız o gece onun olmuş ve evlenilmiştir. Hayallerimiz ve rüyalarımızla ulaşmak istediğimiz tüm hedeflere ulaşır rahatlar ve boşalırız. Ayrıca saldırmak istediğimiz her nesneye saldırır, öfkemizi deşarj eder ve sınırsızca şiddet gösterisinde bulunabiliriz. Tüm bunlarda hayal ve rüya vasıtasıyla deşarj yolu bulan dürtülerin etkinliği vardır.

 

 

 

22. Saplanma

 

 

 

Dinamik açıdan ruhsal gelişim evreleri ve kimliğin oluşum süreci üç temel aşamadan geçmektedir. Bunlar oral, anal ve fallik dönemlerdir. Bu dönemler, ilgili bölümlerde detaylı bir şekilde anlatılmıştı. Epigenetik bir açılım ile bir evrenin fonksiyonları hakkıyla yerine getirildikten ve olgunlaştırıldıktan sonra bebek veya çocuk bir üst evreye geçmektedir. Bazı durumlarda bu evrelerin ardıllığı bozulmakta ve bir üst evreye geçme imkânı ortadan kalkmaktadır. Bu hangi durumlarda gerçekleşmektedir? Bir bebeğin ilgili evrede aşırı doyurulması veya doyurulmaması veya bir travmaya maruz kalması sonucunda birey o evredeki kişilik özelliklerine saplanıp kalabilir. Burada kastedilen fiziksel bir sakatlık, ruhsal bir büyüyemezlik hali değil, nesne ile ilişkilerin o düzlemde tekrarlanmasıdır. Bunu daha iyi kavrayabilmek için her bir evrenin gelişimsel özelliğinin ve nesne ile ilişkisinin ne olduğunu ortaya koymak gerekir.

a. Oral evre: 

Ağızcıl evrede birey, haz duyumunu ağız yoluyla elde etmekte ve nesne ile iletişimini ağzıyla sağlamaktadır. Organizmanın açlık, uykusuzluk ve diğer nedenlerle bozulan denge halini dengeye getirmek ağız vasıtasıyla mümkün olmaktadır. Ağız içe alan ve emen organdır. Bebek on iki ay süren bu dönemde pasiftir, beş duyu ile içe alandır ve birisine bağımlıdır. Bağlandığı nesnenin ilgisine ve sevgisine ve bakımına yoğun olarak ihtiyaç duyar. Oral dönemin temel nitelikleri bunlardır. İçe alma, birisine bağlanma ve bir başkasının ilgisine ihtiyaç duyma söz konusudur. Eğer bir anne veya bakıcı bu dönemde, çocuğun ego gelişmesini önleyecek kadar ona yoğun doygunluk yaşatırsa, her ihtiyacını anında giderir ve sevgisini olağanüstü bir şekilde verirse çocuk bu hoşnutluk duygusu nedeniyle bu aşamadan bir üst aşamaya geçmek istemez. Kendisi de yalancı bir cennetin içindedir. Anne aşırı sevgi nedeniyle çocuğuna çok ağır bir patolojiyi aşılamaktadır. Bu çocuk hayatın gerçekliğini tanıyamayacak ve ilerde büyük zorluklarla karşılaşacaktır. Bu dönemin özelliklerine saplanıp kaldığı için hep birilerine bağlanıp kalma ihtiyacı içinde olacak, hep pasif durumda kalacak ve hep alma eylemini talep edecektir. Bunları yaparken de bunların çok doğal bir şey olduğu ve başkalarının da bunları yapmaya mecbur olduğu duygusunu yaşayacaktır. Ömür boyu başkaları ona bakmak ve onun ihtiyaçlarını karşılamak zorundadır. Böyle bir birey ağızcı fonksiyonları daha çok kullanacaktır; içe alacak, obur olacak, sigara ve alkol bağımlılığına yönelecek, çok konuşacak ve beş duyu ile de içe almaya devam edecektir.

Eğer seven, koruyan, kollayan, ilgi ve alaka gösteren bir bakıcısı yok ise çocuk hep huzursuz olacaktır, denge haline hiç ulaşamayacaktır. Aşırı früstrasyon, gerçekliğe adapte olmayı zorlaştıracak ve gerçekliğe adapte olunamadığı için de bu evrenin hazırlığı tamamlanmamış olduğundan dolayı bir üst evreye geçilemeyecektir. Bu tip çocuklarda motor ve zihinsel gelişim yavaşlayacak, ilerde psikoza kadar gidebilecek ciddi ruhsal bozukluklar ortaya çıkabilecektir. Oral döneme saplanmış olan bir birey özerkleşemeyecek ve bağımsız bir birey olamayacaktır. Dolayısıyla bağımsız bir bireyin yapması gereken teşebbüslerden iş kurma, ev kurma, evlenme ve insiyatif kullanma yeteneklerinden mahrum kalacaktır. Burada yanlış anlaşılmaması gereken bir husus şudur: Bireyin bunları yapabilecek kapasitesi olup olmadığı söz konusu değildir. Böyle bir birey zekâ, eğitim ve hatta sosyal başarı olarak çok üst noktalarda bulunabilir. Ama mutlaka birilerine bağımlı, pasif ve yalnız başına birey olma yetisinden mahrumdurlar; yaşamı genellikle anneleriyle birlikte sürdürürler. Bu nedenle evlenmeyi hep tehir ederler. Evlenseler bile anneleriyle olan iletişimi, eşleriyle olan iletişimden daha yoğundur. Cinsel hayatlarında da çok ciddi problemler vardır. Cinselliklerindeki oral işlev fazladır.

Saplanmanın, egonun savunma düzeneği olması nasıl meydana gelmektedir? Rahata alışıp dinginliğe ulaşan bir ego yapısı, bir üst evrede bağımsız ve özerk hareket eden, bununla birlikte bu evrenin sorumluluğunu da üstlenebilen bir güce ulaşmalıdır. Bu da früstre edilmesi veya engellenilmesi sayesinde ortaya çıkabilir, bu da hazzın bloke edilmesi anlamına gelir. Terazinin bir kefesinde haz azalırken diğer kefesinde özerkliğin vermiş olduğu haz yükselir. Ego böyle bir riske girmektense mevcut şartları muhafaza etmeyi daha uygun bulur. Burada nesne ile ilişkide ana bir model meydana gelmektedir. Alışılmış olan bu model daha sonraki evrelerde aynen kullanılmakta, sadece içeriği değişmektedir. Anne yerine bağlanılacak başka kişi veya kurumlar bulunmakta ve pasiflik devam etmektedir. Yeni modeller üretmek ve yeni nesne ilişkileri kurmak ego için yeni riskler demektir. Bu risklere girmektense alışılmış, bilinen ve geçerli bir modelin tüm hayata hâkim kılınması tercih edilmektedir. Früstre edilmiş bir oral saplanmada ise bir üst modeli deneme gücü ve kabiliyeti yoktur.

b. Anal Dönem: 

Oral dönemi sağlıklı bir şekilde atlatmış, anneden ayrılıp özerkleşmiş, ağızcıl fonksiyonlarını tatmin edip hazzı farklı alanlara yönlendirebilmiş bir birey anal döneme sağlıklı olarak geçmiştir. Anal dönem bir birey olarak özerkleşmenin, anneden ayrılmanın ve iradeyi kullanmanın ortaya çıktığı dönemdir. Anal dönemde birey eyleminin yaratıcısı olduğunun farkına varır. Yapma veya yapmama artık onun temel eylemidir. Haz duyusu her ikisini birden yapmak ister. Bunun adı ambivalanstır, aynı anda iki zıt eylemi yapma ihtiyacı anlamındadır. Ambivalans duygusu egonun kontrolü altında bir hedefe doğru yönlendirilebilirse ego kontrolü sağlanmış demektir.

Bu dönemin ikinci özelliği otoriteye karşı bağımsızlık savaşıdır. Otoritenin kendisinden istediği şeyi vermemek ve ona direnmek, yani inat etmektir. Karşı gelmek ve inat etmek bu dönemin temel niteliğidir. Güç ve otoritenin taleplerine karşı direnebilme her zaman mümkün olamamaktadır. Çocuğun fiziksel zayıflığı, güç ve iktidarının sınırlılığı buna imkân vermemektedir. Ancak dışkılama alışkanlıklarının öğretildiği, uyku saatinin belirlendiği, yemek yemesinin istendiği durumlarda anne veya bakıcılar çocuğun iradesine mutlak olarak tabidirler. Çocuk bu durumlarda güç ve otorite tarafından istenen şeylerin tam tersini yaparak süreci kendi belirler. Dışkılama konusunda inat edip kakasını vermez. Yemek yerken ağzını kapatabilir veya uyku saatinde uyumaz.

Böyle bir dönemi atlatamayan, bu döneme saplanıp kalan bireyler ileriki hayatlarında bu dönemin özelliklerini aynen taşırlar. Vereceği karar karşısında ambivalansı yaşayan bir insan bu dönemin etkisi altındadır, ‘yapayım mı yapmamayım mı, gideyim mi gitmemeyim mi, alayım mı almayayım mı?’, yüzlerce soru enerjisini yiyip yutar. Bu dönemin inatçılığı hayatının her evresinde görülebilir. Güç ve otorite olarak nitelendirdiği kişi ve kurumların kendinden direkt olarak talep ettiği her şey reddedilir, inatlaşılır ve ters tavırlar takınılır. Elde olan tüm yetki, yetenek, güç ve iktidarlar, özellikle tutulur fakat kullanılmaz. Karşı tarafı çileden çıkaracak kadar geciktirilir. İki yaşındaki bir bebek kakasını tutarak annesini bekletirken kırk yıl sonra aynı bebek bir defterdar olarak kapısına gelmiş ve ondan imza isteyen bir mükellefi saatlerce bekletme keyfini yaşar. Bir bilim adamı üniversitede öğrencilere ders verirken ders saatinin büyük bir kısmını gereksiz cüruf malzemeyle doldururken son beş dakikada istemeyerek de olsa dişleri ile dili arasında mevzunun ana kısmını vermeye çalışır. İmkânı olsa onu da vermeyecektir, çünkü bebekliğinde kakasını da vermemişti. Böyle bir karakter örüntüsünde olan birey anal ve sadist bir karakterdedir. Her şeyi içine alır; ilgiyi, parayı bilgiyi. Ancak dışarı hiçbir şey çıkmaz, her şey onun içindedir. Bu karakter örüntüsü bir yerde varyemez amca tiplemesini yaratırken diğer tarafta koleksiyonculuğa soyunup evdeki çöpleri dahi atamayacak şekilde çöp biriktiren bir tip karşımıza çıkar. Burada da aynı şekilde öğrenilmiş olan bir modelin hazzı gereksiz yere daha sonraki evrelere taşınmaktadır.

c. Fallik Evre: 

ilk iki evrede ikili ilişkiler içerisinde olan çocuk bu dönemle birlikte üçlü ilişkiye geçmektedir. Bir sevgi nesnesine ulaşabilmek için ona hâkim olan üçüncü bir şeyle mücadele vermek ve onu yenmek zorundadır. Bu ödipal bir çatışmadır. Ödipal çatışma, baba ile özdeşim yapan erkek çocuğun anneye ulaşması için baba ile özdeşimini tamamlayıp anneden vazgeçerek alternatif sevgi nesnelerine yönelmesini gerektirir. Çeşitli nedenlerle baba ile sağlıklı özdeşim kuramayan ve alternatif sevgi nesnelerine yönelemeyen bireylerde çatışma bilinçdışına itilir. Bozuk bir plağın aynı sözleri dönüp dönüp tekrarlaması gibi sistem bu modeli ömür boyu uygulamaya çalışır. Güç ve otoriteye karşı büyük bir bilinçdışı savaş sürdürülürken aynı zamanda güç ve otoriteye karşı duyulan büyük bir korku mevcuttur. Bütün sevgi nesneleri ele geçirilmeye çalışılırken otorite tarafından cezalandırılacağı kaygısı hep içte yaşatılır. Bu kaygı zaman zaman panik bozukluk, bazen fobi, ara sıra psiko-somatik bozukluklar ve bazen de cinsel fonksiyon bozuklukları şeklinde görüldüğü gibi bazen de oto kastrasyon şeklinde ortaya çıkabilmektedir. Klinik tabloların büyük bir kısmı ödipal dönemdeki çatışmalardan ve saplanmalardan ibarettir. Bu dönemlerle ilgili detaylı bilgi ruhsal gelişim evrelerinde verilmişti.

 

 

 

 

23. Gerileme

 

 

Altı yaşındaki çocuk odaya girdiğinde annesinin kucağında bir bebek görür. İlk başta eve yeni gelmiş bir oyuncak gibi büyük bir merak ve ilgi ile bu bebeğe yaklaşan çocuk, daha sonra bu bebeğin evde temel ilgi odağı olduğunu fark eder. Zihinsel kavramasıyla bebeğin yeni bir kardeş olduğunu anne ve babanın ve diğer akrabaların bebeğin üzerine titrediğini ve ona büyük bir sevgi gösterdiklerini fark eder. Çocuğun evdeki tahtı sallantıdadır. Kendisine olan ilgi ve sevgi büyük oranda azalmıştır. Bunun karşılığında artık aldığı ödül, ‘sen ağabeysin,’ ‘abla oldun, büyüdün’ cümleleridir. Çocuk böyle bir büyümeyi kabullenememektedir. Yapacağı tek şey vardır; küçülmek, yani gerilemek. Birkaç gün sonra geceleri yatağını ıslatmaya başlar, hemen ardından da konuşması bozulup kekeler. Bu bir savunma düzeneğidir. Mevcut koşullara adapte olamayan ego güçleri, daha ilkel bir evreye inerek dengeyi oluşturmaya çalışmaktadır.

Gerilemedeki temel mekanizma hayatımızın herhangi bir evresinde ciddi bir travmayla karşılaştığımızda bebekliğe özgü dönemlere dönme isteğimizin içimizde canlanmasıdır. Bir öfke krizini atlatabilmek için buzdolabındaki yiyeceklere saldırmamız oral bir tatmin, dışarıyı güvensiz bulup kavga ettiğimizde veya eşimizden ayrıldığımızda hemen annemize yönelmemiz, anne kucağını özlememiz ya da en azından memleket hasreti çekmemiz gerilemenin bir başka boyuttaki açılımıdır.

Gerilemeyi iki bağlamda ele alabiliriz: Ego kontrolünde sağlanan gerileme ve ego denetimi dışında ortaya çıkan gerileme. Sanatçıların, müzisyenlerin, ressamların veya bestekârların yaptığı, en temel duygularımıza inip hepimizin evrensel duygularına tercüman olarak duygularımızı ortaya çıkarmaları, ego kontrolünde bir gerilemenin sonucudur. Ego kontrolünde yapılan gerileme bir dalgıcın su altına dalıp sünger avcılığı yapması gibi tehlikeli ve riskli bir iştir. Ne kadar çok derinlere dalarsa o kadar çok dokunulmamış ve büyük süngerleri çıkarabilme imkânına sahipse aynı oranda vurgun yeme riskini de içinde barındırır. Psikoz hali, bir gerileme halidir; bebeksi bir düşünme şeklidir ya da vurgun yemiş bir dalgıç halidir.

Ego kontrolünde geçici gerilemelere örnek verecek olursak; bir bebek ile konuşurken bebeksi konuşuruz. Burada aslında kendi bebekliğimize bir gönderme vardır. Bebeklerle veya çocuklarla oyun oynamaktan zevk alırız. Burada rasyonalize edilmiş bir perspektifte çocukluğa dönüş söz konusudur. Regresyon, hayatın ileri evrelerinde çeşitli travmatik olaylarla karşılaşmış bireylerin çözüm yolu olarak başvurduğu savunma düzeneklerinden birisidir. Bu çerçevede ağır bir travmaya maruz kalmış bir bireyin depresif bir hale dönüşmesi yani pasif, başkalarına bağımlı, başkalarının ilgi ve alakasına muhtaç olması bir gerileme olarak nitelendirilebilir. Travmalar sonucu ortaya çıkan birçok klinik tablo regresyon (gerileme) başlığı altında değerlendirilebilir.

 

 

 

 

 

24- Yüceltme

 

Herşeyin bir güzelliği var, herkes göremese de...  
  PSİKOLOJİK DANIŞMAN
AHMET VURAL
 
HAFTALIK PROGRAM  
  Hangimiz bir gün yataktan kalkıp da daha akıllı olduğumuzu görmek istemeyiz ki? Bu dilek her ne kadar ütopik olarak görülse de bir bilim adamının yöntemi, 1 hafta gibi kısa bir sürede, zekayı yüzde 40 oranında artırmanın mümkün olduğunu ortaya koydu. Beynin herhangi bir kas gibi olduğunu ve egzersizlerle güçlenebileceğini öne süren İskoçya’daki Edinburgh Üniversitesi’nin Biyomedikal Bölümü’nden Prof. Mark Lythgoes’in 1 hafta süren programı BBC’de yayınlandı. Programa katılan 100 kişinin IQ’larında, yüzde 40 oranına varan artış görüldü. Bu artış katılımcıların programa katılmadan önce girdikleri testle, programdan sonra uygulanan test sonuçları karşılaştırılarak elde edildi.

İşte bir haftalık program

Cumartesi: Dişinizi her zaman kullandığını elinizle değil, diğeriyle fırçalayın. Ve gözünüzü kaparatak duş alın.

Pazar: Sabah saatlerinde bulmaca çözün. Ve kısa yürüyüşe çıkın.

Pazartesi: Akşam yemeğinde yağlı balık yiyin. İşe ya yürüyerek ya bisikletle ya da daha önce kullanmadığınız bir araçla gidin.

Salı: Sözlükten bilmediğiniz sözcükleri öğrenin. Ve bunları günlük konuşmanızda kullanmaya çalışın.

Çarşamba: Yoga, Pilates ya da meditasyon derslerine katılın. Daha önce tanımadığınız bir insanla konuşun.

Perşembe: İşe daha önce kullanmadığınız bir yoldan gidin. Televizyondaki ciddi bilgi programlarını izleyin.

Cuma: Alkol ve kafein tüketmekten kaçının. Alışverişe çıkarken listeyi ezberlemeye çalışın.
 
Bugün 82 ziyaretçi (98 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol