GAZALİ’NİN KARŞILAŞTIRMALI MOTİVASYON TEORİSİ
Uludağ Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık Bölümü, Bursa
ÖZET
Ülkemizde de yaygın olarak kabul gören Batı kültürü kaynaklı kuramlar, içinde geliştiği toplumun değer yargılarını ve düşünüş tarzlarını yansıtmaktadır. (Erdur-Baker; 2007) Özellikle son yıllarda psikoloji alanında, tarihi geçmişiyle Doğu kültüründen izler taşıyan Türkiye’de, Doğu felsefesiyle ilgili ve Doğulu düşünürler üzerinde araştırmalar yapma yolunda bir eğilim ve çaba söz konusudur. İşte bu araştırmada da, 11. yüzyılda yaşamış Doğulu bir düşünür olan Gazali’nin insan doğasına bakışı ve davranışın altında yatan saldırganlık, cinsellik, narsizm ve kötülük yapma güdüsü ele alınmıştır. Bu bağlamda, saldırganlık ve cinsellik güdüleri psikanalitik kuram ile kötülük yapma güdüsü yine psikanalitik kuramda geçen savunma mekanizmaları ile ve son olarak da narsistik güdüler Kohut’un kendilik psikolojisi kuramıyla karşılaştırılmıştır. Ayrıca Gazali’nin insan doğasına ilişkin görüşlerini daha iyi anlayabilmek için akıl, ruh, kalp ve nefis kavramları açıklanmaya çalışılmıştır. Bu araştırma, psikolojinin temel amacı olan insan davranışlarını açıklama çabasına dönük bir çalışma olmasından dolayı da önem taşımaktadır. Çalışma, kaynak taramaya dayalıdır.
ANAHTAR SÖZCÜKLER: Gazali, motivasyon, saldırganlık, cinsellik, narsizm, kötülük yapma, Freud, Kohut, ruh, beden.
Günümüzde Psikoloji bilimi tarihi 1879’a, William Wundt’un deneylerine dayandırılmaktadır. (Schultz ve Schultz; 2007: 131) Bu tarih, psikolojinin felsefeden ayrılıp bir bilim alanı haline geldiği tarihtir. Ancak psikolojinin konusu olan insanın ruhsal hayatı ve davranışlarını anlamaya yönelik çabaların tarihinin insanlık tarihi kadar eski olduğu söylenebilir.
İnsanlar çok eskiden beri kendilerinin ve davranışlarının türlü nedenlerini merak etmişlerdir. Bazı durumlarda cesur olmak istedikleri halde neden korktuklarını, toplumun geleneklerine uymak istedikleri halde niçin direnç duygusu altında kaldıklarını düşünmüşlerdir. Rüya ve ölüm gibi olayların sebeplerini anlamaya çalışmışlardır. (Baymur, 1994)
İnsanın ruhsal yetileri, duyu, hayal, idrak ve düşünme yetkinlikleri hakkında sistemli gözlem ve teoriler ile doğal nedensel ilişkilere dayalı kavramlaştırma ve açıklamaların ilk olarak Antik Yunan’da başladığı ileri sürülmektedir. (Hökelekli, 2006) Bunun yanında, psikolojinin temelinin beşinci yüzyılda Empedokles’in sevgi ve nefretin ilkelerini ileri sürmesiyle başladığı da belirtilmektedir. “Kendini bil” sözü, Sokrat’ın öğretilerinde sıkça yer almakta ve bununla insanın kendini (ruhunu) bilmesi kastedilmektedir. Platon’un “ruh” üzerine olan vurguları da oldukça dikkat çekicidir. Aristo’nun “Ruh Üzerine” isimli kitabı bulunmaktadır. (Schultz, 2001; Akt. Gültekin, 2008) İslam filozofları da Antik Yunan felsefesinden etkilenmişler, bu bağlamda özellikle, ruh (nefis) kavramını incelemişlerdir. Ancak, Antik Yunan’dan farklı olarak İslam bilginleri bu çalışmalarını İlmü’n Nefs adı altında yapmışlardır. (Certel, 2003)
Nefis, ruh ve bedenden oluşmuş ve benlik bilincine sahip, bütün halindeki somut insan, insanın kendisi veya “insan şahsiyetinin meyilleri” olarak tanımlanabilir. Nefis, insanın iç benliği, bütün insani yaşantıların oluştuğu psikolojik alandır. (Hökelekli, 2008)
İslam coğrafyasında yaşamış düşünürler, nefsin yapısını ve özelliklerini iç gözlem ve dış gözlem yoluyla inceleyerek tanımaya ve anlamaya çalışmışlardır. Bu araştırmacıların birçoğu, kendi yaşam deneyimlerinden yola çıkıp, sistemli incelemelerde bulunarak; düşüncelerini ortaya koymuştur. Daha önce de belirtildiği gibi, Antik Yunan filozoflarının görüşlerinden de büyük oranda etkilenmişlerdir. Müslüman psikologların en çok etkilendikleri filozofların başında ise Eflatun ve Aristo gelmektedir. (Hökelekli, 2008)
Haris el-Muhasibi, Farabi, İbn-i Sina, Ebu Talib el-Mekki, Gazali ve İbn Hazm İslam dünyasında psikoloji alanında görüşler ileri süren ve bu alanda eserler veren bilginlerden birkaçıdır. Ancak bazı çağdaş araştırmacılara göre bu düşünürler içerisinde, İslam psikolojisinin esaslarını gerçek anlamda ortaya koyan isim, Gazali’dir. (El-Ehevani,1984; Aktaran. Hökelekli, 2006) Gerçekten de o, sistemli iç gözlem ve davranış tahliline dayalı yaklaşımlarıyla yeni görüşler dile getirmiştir. Onun en büyük eseri olan İhya’u Ulum’id-Din, psikolojik kavramlaştırmalar, tahliller ve tasnifler yönünden oldukça zengindir. Gazali bu eserinde, kalp, ruh, akıl gibi psikolojik kavramları tanımlamış; insandaki temel güdüler, duygular ve arzular hakkında bilgi vermiştir.(Çağrıcı, 1996)
İşte bu çalışmada, Gazali’nin insan doğasına bakışı, insanda bulunan temel güdülere getirdiği açıklamalar ele alınacak ve bu güdüler Psikoanalitik Kuram ve Kendilik Psikolojisiyle karşılaştırılacaktır.
Gazali Kimdir? (1058 – 1111)
Hüccetü’l-İslam ve Zeynü’d’Din lakaplarıyla bilinen Ebu Hamid el-Gazali, 1058 yılında Horasan Eyaletinin Tus şehrinde dünyaya gelmiştir. Babası fakir bir kimse olmakla beraber, Gazali’nin iyi yetişmesine ve ilim öğrenmesine önem vermiştir. (Gazali,1984:5) Büyük Selçuklu Devleti sınırları içerisinde Tuğrul Bey, Alparslan ve Melikşah devirlerinde yaşamıştır.
Gazali, 1077’den 1085’e kadar İmamu’l-Haremeyn el-Cüveyni’den ders almıştır. “Gazali derin bir denizdir” diyen hocası ona sempati duymakla birlikte onu kıskanmaktan da kendini alamazmış. Gazali’nin yazdığı el-Menhul adlı Fıkıh kitabını inceleyen Cüveyni, eseri çok beğendiğini “Beni sağken mezara gömdün; ölümümü bekleyemez miydin?” şeklindeki sözleriyle ifade etmiştir. Gazali, hocasının vefatından sonra, o dönemin veziri olan Nizamülmülk ile görüşmek için başkent Bağdat’a gitmiştir. Çünkü Nizamülmülk’ün bulunduğu toplantılar ilim ve fikir adamlarının buluşma yerleriydi. Gazali, bu toplantılarda ileri gelen âlimlerle münazaralar yapmış ve karşısına çıkanları yenmiştir. Sözleri ile onları susturunca hepsi onun üstünlüğünü kabul etmiştir. Bunun üzerine Nizamülmülk’ün de saygısını kazandı, onun ilmi müşaviri ve baş hukukçusu oldu. Yaygın bir şöhretin sahibi oldu. Henüz 33 yaşındayken Nizamülmülk tarafından Nizamiye Medresesi baş müderrisliğine atandı. (Çağrıcı, 1996)
Kelam, felsefe, Batınilik ve Tasavvuf alanlarında çalışmalar yapan Gazali, bu alanlardaki çalışmaları neticesinde zihin ve ruh dünyasında bir bunalıma girmiştir. Gazali’nin El-Münkız’da (1984:2) belirttiğine göre şüphecilik onun doğasında vardı. Nitekim gerçeği arama isteğinin kendisinde daha gençlik dönemlerinden itibaren mevcut olduğunu belirtir. Yine kendi ifadesine göre şüphesi sadece metafizik ve bilgi problemi değildi; ayrıca ahlaki bakımdan da kendisini sorguluyor, makam ve şöhret arzusunun kendisinde bulunduğunu biliyordu. Var olan bu şüphe krizi giderek depresyona ve hatta fizyolojik rahatsızlıklara yol açmıştır. Sonra da Bağdat’la ilişkilerini keserek buradan ayrılmıştır. (Çağrıcı, 1996:492–493)
Gazali ile ilgili eski ve yeni tüm kaynaklar ve araştırmalar onun Fıkıh, Kelam, Tasavvuf, Felsefe, Eğitim, Siyaset, Ahlak gibi dini ve akli ilimlerde söz sahibi olduğu konusunda birleşirler. Gazali’nin bu çok yönlülüğü ve yetişmişliği üstün yetenekleri, kolay ikna olmayan mizacı, ilmi ve fikri bağımsızlığa düşkünlüğü yanında gerçeğe ve kesin bilgiye ulaşma arzusunun bir sonucudur. Bizzat kendisi, gerçeği bulma ve kavrama arzusunun doğasından kaynaklanan bir özellik olduğunu, bundan dolayı daha çocuk denecek yaşta iken taklit bağından ve göreneğe dayalı inançlardan sıyrıldığını ifade eder. İnsanları, çeşitli önderleri taklit etmekten uzak durmaya ve gerçeği düşünce yoluyla bulmaya çağırır. Ona göre şüphe, gerçeğe ulaşmanın tek yoludur. Çünkü şüphe etmeyen düşünemez; düşünemeyen gerçeği göremez; gerçeği göremeyen de körlük içine saplanıp kalır. Gazali’ye göre kesin bilgi her türlü şüphe ve hata ihtimalinden arınmış olmalıdır. Matematik, kesin bilgidir. Bu nedenle, güvenirliğini kesin olarak kavrayamadığı hiçbir bilgiyi kesin bilgi saymazdı. Bilgi vasıtalarını eleştiriden geçirmiş, önce duyu algılarından kuşku duymuştur. Ayrıca insan aklının metafizik problemlerinin çözümünde aciz olduğunu ifade etmiştir. (Çağrıcı, 1996:494–495)
Aristo mantığını İslami ilimlere ilk uygulayan ve uygulama yolunu açan Gazali olmuştur. Mantık ilmine çok önem vermiş; Mantık bilmeyen kimsenin bilgilerine güvenilemeyeceğini savunmuştur. Ayrıca mutlak determinizmi eleştirmiştir. (ansiklopedi) Tüm bunların yanında Gazali, o döneme göre İlmü’n-Nefs ile de ilgilenmiş; bu çalışmada sadece bir yönünü ortaya koyduğumuz motivasyon, duyular, algılar, kişilik, kalp, akıl, ruhun anlamı ve özellikleri, insanın ruhi yapısı gibi konulara eserlerinde yer vermiştir. (Certel, 2003:49)
Gazali, İslam düşünürleri içerisinde en çok eser veren filozoflardan biridir. Bu özelliğini vurgulamak için, Tiflisi’nin “Gazali’nin telif ettiği eserleri saydım ve ömrüne taksim ettim, her gününe dört cüz yani yaklaşık 40 sayfa düştü” deyimini belirtmekte fayda vardır. Maurice Bouyges, Gazali’ye ait 404 eser ismi kaydederken, Bedevi ise 450 eder ismi vermiştir. En önemli eseri ise, İhya’u Ulumi’d-din’dir. (Çağrıcı, 1996)
Gazali’nin İnsan Doğasına Bakışı
Gazali iç gözleme dayalı davranış tahlilleriyle insan davranışlarını ve insanın varlık yapısını açıklamaya çalışmıştır. Freud insanı biyolojik bir varlık olarak değerlendirirken (Yanbastı, 1996:21) Gazali ise insan doğasını, sadece beden olarak görmemekte; insanı, psikolojik bir bütünlük (ruh) olarak tanımlayıp, insan davranışlarını bu psikolojik bütünlük açısından anlamlı kılacak şekilde temellendirmektedir..
Gazali’nin insan doğası anlayışı bir bütün olarak değerlendirildiğinde, düşüncelerinin ruh-beden ilişkisine dayandığı görülecektir. İnsanın ruh-beden arasındaki seçimleri onun davranışlarını belirlemektedir. (Topuz, 2002) Gazali’nin ruhla birlikte bedeni de insanın varlık yapısının bir parçası ve beşeri bir realite sayması ve hayatın seyri içinde bedene değer verilmesi gerektiği şeklindeki düşüncesi dikkate alınarak onun bu bakımdan düalist bir düşünür olduğu söylenebilir.
İnsan kişiliğini çözümlemeye çalışan Gazali, insanlarla ilgili olan ve onlar için bir değer ifade eden bedeni, psikolojik, maddi, manevi, ailevi, vs alanlardaki bütün imkân ve durumları gözden geçirir. Bu konular işlenirken odak noktası insandır; onun amacı, tasarıları, istekleridir, niyetleridir. Bu sebeple yergi ve övgü, korku ve ümit, evlilik ve bekârlık, zenginlik ve yoksulluk, harcama ve tutumluluk gibi karşıt durumlar, imkân veya imkânsızlıklar ne iyidir ne de kötüdür. Çünkü bunları iyi veya kötü kılan arkalarındaki niyet, beklenti, amaç ya da düşüncedir. (Çağrıcı, 1996)
Gazali’ye göre (1998), “beden ruhun bineğidir.” Ruh, tam anlamıyla iyiliğe yöneliktir. Beden ise birtakım arzu ve istekleri temsil eder. Ancak ruh, bedenin arzu ve isteklerine açıktır, bunlardan etkilenir. Bedenin arzu ve istekleri insanın ruhunda nefis adı verilen bir bütünlük ile temsil edilmektedir. İnsan ruhunun bir de tamamen iyiliğe yönelik olan bir birim vardır. Bu birim, kalptir. Kalp, insanı bedenin arzu ve isteklerinden soyutlar ve sadece iyiye, doğru olana kanalize eder. Bu bağlamda insanın yapması gereken ruh ve beden arasında denge kurmak olmalıdır. İşte bu noktada akıl devreye girer. Akıl, insanın ruhun iyiliğe yönlendiren, doğru olanı arzulayan özelliği ile bedenin istekleri arasında denge kurmaya çalışan bir birimdir. Bu noktada “ruh”, “nefis”, “kalp” ve “akıl” kelimelerini açıklamakta fayda vardır.
Gazali, insanın ne olduğunu daha iyi ortaya koymak için “ruh” teriminin anlamını ve bunun kalp, nefis ve akıl terimleriyle ilişkisini incelediği İhya’u
Ulum’id’Din adlı eserinin “Acaibü’l-kalb” bölümünde (3–4) bu dört kavramın psikolojik, ahlaki ve epistemolojik bakımdan aynı anlama geldiğini ileri sürmüştür. Nitekim zaman zaman ruh yerine öteki kavramları da kullandığı görülür.
Nefis: Nefis kelimesinin iki anlamı vardır. İlk anlamıyla, insanda öfke ve arzulama gücünü bünyesinde toplayan özelliktir. Nefis, bedene bağlıdır ve beden varlığını sürdürdüğü müddetçe o da var olacaktır. Nefis, kötü sıfatların kendisinde toplandığı varlıktır. Kötü sıfatlar, akli kuvvetlere zıt olan hayvani kuvvetlerdir.
İlk manasıyla nefis, kötüdür ve insanı kötüye yönlendiren varlıktır. İkinci anlamıyla ise nefis, insanın kendisi, zatıdır. Nefis, bu manasıyla ne iyidir, ne de kötüdür, bireyin kendisidir. Bu yüzden bireyin tercihlerine göre iyi ya da kötü olarak nitelendirilip, buna göre derecelendirilmektedir.
Kalp: Kalp iki manada kullanılmaktadır.
- Kalp, herkesin bildiği anlamıyla, göğsün sol tarafına yerleştirilmiş cam kozalağı şeklinde olan et parçasıdır. Bu kalp insanlarda ve hayvanlarda hatta ölülerde de vardır. Bu anlam, kalbin bedeni anlamıdır ve maddidir.
- Kalbin ikinci anlamı ise, onun bilen, anlayan, hisseden özelliklerine işaret eder. Kalbin bu özellikleri, onun ruhi yönüdür. Ruhi kalp, bütün âlemleri algılayabilme gücüne sahiptir.
Ruh: Ruhun manasının da iki yönü vardır. İlk anlamıyla ruh, bir cisimdir. Kaynağı, madde olan kalbin boşluğudur. Damarlar vasıtasıyla vücudun öteki parçalarına yayılır. Tıp alanında ruh, bu anlamıyla kullanılır ki, aslında bu, kalp sıcaklığının oluşturduğu cismani bir buhardır. İkinci manası ise, ruhun bilen ve algılayan yönüdür. Gazali, ruh ve kalp kelimelerini, ruhi manalarıyla, aynı anlamda kullanmaktadır.
Akıl: Tanımlayacağımız son sözcük, “akıl”dır. Akıl sözcüğü de çok farklı anlamlarda kullanılmaktadır. Yalnız Gazali, aklı, iki manasıyla tanımlamıştır.
İlk anlamıyla akıl, cismani akıldır ki, eşyanın hakikatini bilmeye yarayan yeti kastedilir. İkinci manasıyla ise, ilimlerin algılanmasını sağlayan, ruhani akıldır. Akıl, ilim kaynağı olarak insana sunulan bir lütuftur. Çünkü Allah’ı bilme, Allah’ın varlığını kabul etme yalnızca akıl ile mümkündür. Sahip olunan bilginin hangi yönde kullanılacağını da belirleyen akıldır.
Aklın tariflerinden birinde Gazali bu yeteneği, faaliyetlerin sonuçlarını önceden kestirme yeteneği olmasının yanında duygusal isteklere karşı bir direnme gücü şeklinde anlatmakta, Aristocu anlayışa uyarak bilgi yeteneği olan akla “teorik akıl”, eylem yeteneği olan akla da “pratik akıl” adını vermekte, ayrıca Kant’ın yaptığı gibi irade ile aklı aynı şey saymaktadır. (ansiklopedi)
Gazali, insan davranışlarının şekillenmesinde toplumun değerlerinin önemli olduğunu söyler. Özellikle zihinsel gelişimin yeterli olgunluğa ulaşmadığı çocukluk dönemlerinde toplumun, insan davranışları üzerindeki etkisi çok fazladır. (Sayar, 2000; Akt. Topuz, 2002)
Gazali (1998), insanın varlık yapısının birbirinden farklı türden özelliklerden oluşan dört temel öğeden meydana geldiğini ve insanın eğilimlerinin bunlardan kaynaklandığını söyler. Bunlar bir bakıma insandaki temel güdüler yahut insan kişiliğinin temel öğeleridir. Bunlar: gazap şehvet, narsisizm ve kötülük yapmadır. Bu güdüleri, günümüz psikoloji tarihi içerisinde sistemli bir şekilde ele alan Freud ve Kohut’un ortaya koydukları görüşler bazında tek tek ele alıp değerlendirmekte fayda görüyorum. Bundan dolayı saldırganlık ve cinsellik güdüleri ile savunma mekanizmaları sırasıyla gazap, şehvet ve kötülük yapma güdüsü ile narsisizm ise büyüklenmecilik ile karşılaştırılacaktır.
- Cinsellik (Şehvet)
Davranışın güdüsü bilinçdışında yatabilir mi? Bu sorunun yanıtına “evet” diyen bilinçdışı güdülerin kuvvetli olduğunu hatta davranışı büyük ölçüde biçimlendirdiğini savunan önemli bir psikolog, Freud’dur. Freud, toplumca kabul edilmeyen saldırganlık ve cinsellik eğilimlerinin bilinçdışına itildiğini, kuvvetli olan bu eğilimlerin bilinçaltından sürekli olarak davranışlarımızı etkilediğini söyler. (Cüceloğlu, 2007: 235)
Freud’un insan doğasına bakışı deterministiktir. Psikolojik determinizm, bütün düşüncelerin, duyguların, eylemlerin nedenleri olduğunu ileri süren doktrindir. Freud her psikolojik olayın bir nedeni olduğunu söylemekle birlikte, bu olayların çoğuna doyuma ulaşmamış dürtülerin ve bilinçdışı arzuların yol açtığını ileri sürer. (Atkinson et al, 2002: 460)
Freud, Alman fizikçi Helmhotz’dan etkilenmiş ve psikolojik olayların fizik alanında sınanmış ilkelerle açıklanabileceğini öne sürmüştür. Freud, özellikle “enerjinin korunumu” ilkesiyle ilgilenmiş ve insanların kapalı birer enerji sistemleri olduklarını ileri sürmüştür. (Atkinson et al, 2002: 461)
Enerjinin korunumu ilkesinin bir sonucu, yasak bir eylemin ya da itkinin bilinçaltına alınması halinde, enerjinin sistem içinde başka bir yerde, olasılıkla kılık değiştirmiş bir biçimde çıkış arayacağıdır. İd’in arzuları, bir biçimde ifade edilmesi gereken bir psişik enerjiyi içerir ve bu arzuların engellenmesi onların yok olmasını sağlamaz. Örneğin; saldırganlık itkileri, araba yarışlarıyla, satranç oynamakla ya da alaycı bir tutum takınmakla yer değiştirebilir. (Atkinson et al, 2002: 461)
Freud, insan davranışının Triebe denilen dürtüler ya da içgüdüler olarak da tercüme edilen, kuvvetli içgüdüler tarafından güdülendiği belirtmiştir. İçgüdü, kişilik dinamiğinin ileri doğru sürükleyen lokomotif faktörleri ve bireyin zihinsel enerji yayan biyolojik güçleridir. (Schultz ve Schultz; 2007: 607) Diğer bir ifadeyle, içgüdüler, fizyolojik gereksinimleri içeren içsel uyaranların psikolojik görünümlü temsilcileridir. (Geçtan, 1993: 23) Freud’un içgüdüleri kalıtımsal yatkınlıkla değil, bedendeki uyarımın kaynağı ile ilgilidir. Amaçları, cinsellik, yeme – içme gibi faaliyetler yoluyla uyarımın yok edilmesi veya azaltılmasıdır. (Schultz, Schultz; 2007: 607) Freud, iki ana içgüdümüz olduğunu söyler. Bunlar: libido, yaşam ya da cinsellik içgüdüsü; thanatos, ölüm ya da saldırganlık içgüdüsüdür. (Burger, 2006: 80)
Çocukluk yıllarında cinsel içgüdüler birbirinden oldukça bağımsızdır, ancak ergenlik çağında birleşerek üreme amacına hizmet etmeye başlar. Freud’a göre yeni doğmuş bebek de tüm libido enerjisini kendi fizyolojik ihtiyaçlarını karşılamak ve rahatlığını sürdürmek amacıyla kullanır. Cinsel içgüdü tek olmayıp, bir içgüdüler topluluğudur. Çeşitli beden bölgelerinden kaynaklanan ihtiyaçlar, cinsel isteklere dönüşebilir. Bu beden bölgelerine erojen bölge denir. (Geçtan, 1993: 25)
Yaşam içgüdüleri, bireyin yaşamının ve türünün sürdürülmesi amacına hizmet etmekte, büyüme, gelişme ve yaratıcılık doğrultusunda bireyi yönetmektedir. Freud, yaşam içgüdüleriyle ilgili kavramına tüm zevk veren eylemleri dâhil etmiş ve yaşamın en nihai hedefinin acıları engelleyerek zevk almak olduğunu belirtmiştir. (Corey, 2008: 68–69)
Modern psikoloji tarihi içinde davranışın temelinde saldırganlık ve cinsellik dürtülerini ele alan ve bunları sistemli bir şekilde ortaya koyan ilk psikolog Freud’dur. Ancak 11. yüzyılın ikinci yarısı ile 12. yüzyılın başında yaşamış bir düşünür olan Gazali, Freud’dan yaklaşık 800 yıl önce davranışın altında yatan iki temel güdü olarak cinselliği (şehvet) ve saldırganlığı (gazap) ele almıştır.
Gazali (2007), cinsellik kuvvetinin insanla birlikte doğduğu yani bu kuvvetin doğuştan geldiği inancındadır. Cinsellik kuvveti, insanda bulunmakla birlikte hayvan ve bitkilerde de bulunmaktadır. Bu kuvvetin iki yönü vardır. Bunlardan ilki, kişinin kendi hayatını korumasına yöneliktir. İkincisi ise, neslinin devamı içindir.
Gazali’ye göre (2007), bu kuvvetin fayda ve zararları bulunmaktadır. Gazali, cinsellik kuvvetinin insanı kontrolü altına aldığında, insana zarar vereceği, onu saptıracağı, ahlaksızlaştıracağı, hürriyetinden ve iyi işlerden alıkoyacağı düşüncesindedir. Bu, cinselliğin olumsuz yanıdır. Oburluk, hırs gibi durumlar, cinsellik güdüsünden kaynaklanmaktadır. Bu kuvvetin yararı ise, bedenin korunması ve hayatın devamı için ona gereken enerjiyi beslenme, yeme – içme faaliyetleriyle sağlamaktır.
Cinsellik kuvvetini kontrol altına almak ve etkisiz hale getirmek diğer dürtülere nazaran daha güçtür. Çünkü insanda bulunan kuvvetlerin en şiddetlisi, cinsellik kuvvetidir. (Gazali, 1998) Gazali, İhya’u Ulum’id-din adlı eserinde cinsellik dürtüsünün zararlarından korunabilmek amacıyla birtakım tavsiyelerde bulunmaktadır.
- Saldırganlık (Gazap)
Freud, kişiyi saldırganlığa iten ölüm içgüdülerinin varlığından söz eder. Freud, yıkıcı içgüdüler olarak da nitelendirdiği ölüm içgüdülerini yaşam içgüdülerine oranla daha kapalı bir biçimde işlemiştir ve bu nedenle bu konudaki bilgiler yeterli değildir. (Burger, 2006: 81)
“Yaşamın amacı ölümdür.” diyen Freud, her insanda farkında olmadığı bir ölüm isteğinin var olduğuna inanmıştır. Alınan besin maddelerinin bedende yıkılmalarını içeren katabolik süreçlerin ölüm içgüdüsünün kökenini oluşturduğu söylenebilir. Freud, ölüm içgüdüsü varsayımını, Fechner tarafından geliştirilen “tüm yaşayan süreçler sonunda nedensel dünyanın sürekliliğine dönüşür” ilkesi üzerine kurmuştur. (Geçtan, 1993: 26–27)
Ölüm içgüdüsü, mazoşizmde ya da intiharda olduğu gibi içe yönelik veya saldırganlık ya da nefrette olduğu gibi dışa yönelik olabilmektedir. (Schultz, Schultz; 2007: 607–608) Zaman zaman davranışları yoluyla insanlar, bilinçaltlarındaki ölüm isteğini kendilerine ve başkalarını incitme arzularını göstermektedirler. (Corey, 2008: 69)
Ölüm içgüdüsünün önemli bir türevi, saldırganlık dürtüsüdür. Freud’a göre saldırganlık, insanın kendisine dönük yıkıcı eğilimlerinin dış dünyadaki nesnelere çevrilmesidir. (Burger, 2006: 81) İnsan diğer insanlarla savaşır ya da onlara karşıt davranışlar geliştirir, çünkü kendini yok etme isteği ile yaşam içgüdüleri birbirini etkisiz kılabilir ya da biri diğerinin yerine geçebilir. Örneğin, yeme eyleminde açlık ve yıkıcılık birbirine geçişmiştir; doyum yiyeceği ısırma, çiğneme ve yutma hareketiyle sağlanır. (Geçtan, 1993: 26–27)
Daha önce belirttiğimiz gibi, Gazali, saldırganlık kuvvetini dört temel güdüden birisi olarak ele almıştır. Gazali (2007), bu kuvvetin, külün altına gizlenmiş ateş gibi, kalbin derinliklerinde saklı olduğunu söyler. Bu kuvvet, zalim ve inat olan kimselerin kalbinde saklı olup kibirle birlikte ortaya çıkar. Kin ve birçok kötü huy, saldırganlığın sonuçlarından bazısıdır. Ayrıca, bir insan saldırganlık güdüsünün etkisi altında kaldığında, düşmanlık, kindarlık, dövmek suretiyle insanlara saldırma gibi sıfatlar gösterir. Saldırganlık kuvvetinin kişide, normalin altında bulunması ise, kişiyi aşırı derecede umarsız ve sabırlı yapacaktır. Eğer bu kuvvet, dengeli bir şekilde bireyde bulunursa, o birey, yumuşak huylu, sağlam, kararlı, ağırbaşlı, sabırlı, cesaretli olacaktır.
Kişiyi saldırganlığa sürükleyen sebeplerden birkaçı: kibir, rehavet, ciddiyetsizlik, nankörlük, mala ve makama düşkünlüktür. Bunlar, her şekilde kötü olarak kabul edilen huylardır. Bu olumsuz huylar kişide bulundukça saldırganlık kuvvetinin zararlarından kurtuluş yoktur. (Gazali, 1998)
- Narsisizm
Psikanalizin kurucusu olan Freud (2007), narsizmi, dış dünyadan soyutlanan libidonun (cinsel enerji) egoya (ben) yönlendirilmesi’ şeklinde açıklamıştır. Yani libidonun büyük bir depoda toplanır gibi egoda toplanması ve daha sonra nesnelere yönlendirilmesi; fakat kolaylıkla tekrar soyutlanarak egoya yönlenmesi durumudur.
Psikanaliz’in içinde farklı bir ekol olan “kendilik psikolojisi” kuramını ortaya atan Kohut'un tanımladığı narsistik bozukluklar, Freud’un tanımladığından çok daha geniş bir spektruma yayılır. (Erten, 2009) Ayrıca Kohut, narsizmi, davranışın altındaki temel güdü olarak görmektedir. Bu bakımdan bu bölümde Kohut ele alınacaktır.
Daha önce de değindiğimiz gibi, “Kendilik Psikolojisi” Kohut'un öncülüğünde gelişen çağdaş psikanalitik kuramlardan biridir. Kohut (1971), kuramı ilk ortaya koyduğunda kendiliği (self), benlik (ego) içinde yer alan bir kendilik tasarımı -kişinin kendini algılayış biçimi ve kendisiyle ilgili imgeler bütünü- şeklinde düşünmüştür. Kohut (1977), ikinci kuramında ise kendiliği, bir üst örgütlenme, “kişiliğin çekirdeği, algıların ve girişimlerin merkezi” şeklinde nitelendirir ve tüm psikopatoloji alanına açıklama getirmeyi hedefler.
Psikanalizin gelişim kuramında, yaşamın başlangıcı, yoğun anne bağımlılığının dönemidir. Gelişim bu bağımlılıktan, bağımsızlığın ifadesi olan bireyleşmeye doğru yürümenin eksenidir. Kohut, bireyleşme ve bağımlılık arasında bu kadar siyah – beyaz bir ayrım olduğunu düşünmez. Batı dünyasının bireyleşme adı altında kopuşu kutsadığı görüşündedir. O, bağımlılık ve bağımsızlık adı verilen iki kutbun yapay bir siyah – beyaz ayrımı yarattığı düşüncesindedir; bu iki kutbun arasındaki bölge ile ilgilenir. Bağımlılığı değil ama bağlılığı öne sürer. Ortaya koyduğu “kendiliknesnesi” kavramı, bu tür bir bağlılık ilişki kipinin ürünüdür. (Erten, 2004)
Kendiliknesnesi, kendiliğimizin bir parçası olarak deneyimlediğimiz ve desteğini almaya çalıştığımız nesnelerdir; bundan dolayı onlar üzerinde sahip olunması gereken kontrol, yetişkinin başkaları üzerindekinden çok, kendi bedeni ve zihni üzerinde sahip olmayı umduğu kontrole yakındır. (Kohut ve Wolf; 1978)
Kohut’a göre, erken gelişimden itibaren üç çeşit gereksinim vardır: çocuğun doğuştan getirdiği kuvvet, büyüklük ve mükemmellik hissine yanıt verilmesi ve bunların onaylanması; bebeğin ya da çocuğun, başarıyla üstesinden gelemeyeceği derecede yetkinliğini aşan gerilim veya gerginlik zamanlarında korunması ve desteklenmesi ve son olarak akrabaları tarafından, kendilerinden biri olarak kabul edilmesidir. (Basch, 1989) Bu üç temel gereksinim, sırasıyla, aynalanma ihtiyacı, idealize etme ihtiyacı ve öteki-ben ihtiyacıdır. İlk grupta çocuğun teşhirci – büyüklenmeci gereksinimleri yer alır. Çocuk, kendilik nesnesinin gözünde kendisine yönelik hayranlık görmek ister. İkincisinde, idealize ebeveyn imagosuna gereksinim duyar. Anne – babasının herkesten akıllı, kuvvetli, güzel, vs. olmasını ister. Üçüncüsünde ise, “ikizlik” olarak da adlandırılabilecek, arkadaşları, kardeşleri, akranları ile birlikte görkemli olmak, onlar gibi olmak, birlikte başarmaktır. Çocuk ancak bu narsistik gereksinimleri kendiliknesneleri tarafından optimal şekilde karşılandığı zaman, ileriki yıllarda patolojik bir narsizmden kurtulabilir. Bu gereksinimlerin optimal düzeyde karşılanmadığı bir yaşam başlangıcı, kendiliği eksik ve hasarlı bırakacaktır. (Kohut, 1971)
Kendiliknesnesi gereksinimleri yaşam boyu devam eder. Kendiliğin gelişimiyle bu gereksinimler olgunlaşır, ancak yaşamın zor günlerinde daha yoğun ve şiddetli hale gelebilirler. Yaşamın zor günleri narsistik yaralanmaların sahnelerini barındırır. (Erten, 2004) Kohut, destek görme ve beslenme arzularının yaşam boyu devam ettiğini ileri sürüp bunların ille de patolojik olmadıklarını ileri sürerek bir anlamda narsizmi saygıdeğer kılmıştır. (Grotstein, 1999)
Kohut gibi, Gazali de bir güdüleyici olarak narsizmi (büyüklenmecilik) ele almıştır. Gazali (1998), narsist insanı “bilge” olarak nitelendirmektedir. İnsan; kendisinde büyüklenmeci bir olgu taşıdığında, diğerleri üzerinde hâkimiyet kurmayı, başlı başına (tek) ve lider olmayı, yönetmeyi ister ve üstün olmayı arzular. Alçakgönüllülükten uzaklaşır ve neticede bütün ilimlerde bilgi sahibi olmayı amaçlar. Yani ilmiyle ve bilgisiyle diğer insanlardan daha üstün olduğunu ispatlamaya çalışır. Ve bilgili bir insan olma yolunda hırs yapar. Bu insanlara ilim sahibi oldukları söylendiğinde gurur duyarlar, memnun olurlar; bilgisiz oldukları söylendiğinde ise üzülürler, hoşnut olmazlar.
Büyüklenmecilik kuvveti, insanı kibirli olmaya sevk eder; insan, sevilmekten, övülmekten, zenginlikten gurur duyar. İsminin kalıcı hale gelmesi için uğraşır.(Certel, 2003: 50) Ayrıca, bağımsızlık, üstünlük, hâkimiyet, başarılı olma, engelleri yenme, amacına ulaşma, önder olma, sevilme, beğenilme gibi eğilim ve isteklerin çıkış kaynağı bu kuvvettir. (Hökelekli, 2006: 40)
4. Kötülük Yapma Güdüsü
Kötülük yapma güdüsünü ele almadan önce, bir noktaya değinmek istiyorum. Daha önce incelediğimiz saldırganlık, cinsellik ve narsistik güdüler insanın hep zararına değildir. İnsanın bu güdüleri nasıl dışa vurduğu yani davranışa dönüştürdüğü bu güdülerin olumlu ya da olumsuz olarak nitelendirilmesinde önemlidir. Ancak, kötülük yapma güdüsünde insan doğası tamamen olumsuz olarak ele alınır ve bu kuvvetin olumlu bir yanı yoktur. Kötülük yapma arzusu taşıyan insan, başkalarını hile yoluyla aldatır. Bu nedenle, insan doğasının kötü olduğunu savunan Freud ve Freud’un savunma mekanizmaları ele alınacaktır.
Freud, ilkel bir ruhsal mekanizmadan söz eder ve şöyle der: İnsanın özünde acıdan kaçış, zevkli olanı, haz vereni arayış vardır. Freud’a göre, ruhsal enerjinin kaynağı cinsellik ve saldırganlık içgüdüleridir. Freud, bu içgüdülerin doğuştan geldiği ve bütün insanlarda ortak olduğu görüşündedir. (Yanbastı, 1996: 22 – 23) Freud’a göre kişiliği özellikle yaşamın ilk altı yılında geçirilen önemli psiko – seksüel aşamalarda mantıkdışı güçler, bilinçdışı motivasyonlar, biyolojik ve içgüdüsel dürtüler belirlemektedir. (Corey, 2008: 68)
Freud, “yapısal kuramı”nda kişiliği biyolojik bir temele dayandırmaktadır. Kişiliği oluşturan üç yapı yani id, ego ve süperego sürekli etkileşim halindedir. İd, kişiliğin gelişmemiş, biyolojik, hazzı arayan yönüdür. Süperego, kişiliğin toplumsal ve ahlaki yönünü simgeler. Ego ise, kişiliğimizin psikolojik yönünü temsil eder. İd’in istekleri ve süper ego’nun baskısı arasında denge kurmak ego’nun görevidir.
İd, ego ve süperego arasında mevcut ruhsal enerjinin kontrolü için gerçekleşen çatışmalardan kaygı ortaya çıkmaktadır. Bireyin bu kaygıyla başa çıkmasını sağlamak ve egonun aşırı baskılanmasını önlemek için savunma mekanizmaları kullanılır. Savunma mekanizmalarının iki özelliği vardır. Bunlar: gerçeği yadsımaları ya da çarpıtmaları ile bilinçdışı düzeyde işlev görmeleridir. (Corey, 2008: 70 – 73) Neticede birey bu savunma mekanizmalarını kullanarak gerçekle yüzleşmekten kaçınıp gerçeği yok saymakta veya çarpıtmaktadır. Bu şekilde öncelikli olarak kendini ve başkalarını da aldatmaktadır. Tehdit edici bir durum karşısında bireyin açıkça zıt tepkiyi savunması olarak bilinen, savunma mekanizmalarından biri olan “karşıt tepki geliştirme” bireyin kendisini ve başkalarını aldatmasına örnek olarak gösterilebilir. Şöyle ki, “karşıt tepki geliştirme” savunma mekanizmasını kullanan birey, sevginin aldatıcı görünümü altında nefretini gizleyebilir, aslında nefret ettiği bir insana –acımasız yönlerini maskelemek için- aşırı sevecen davranabilir.
Kötülük yapma güdüsünü insanlara kasten zarar vermek olarak ele almamız da gerekmektedir. Freud’a göre, insanda var olan temel motivasyonların saldırganlık ve cinsellik olduğunu belirtmiştik. Freud, bu sonuca, psikanalitik teoriyi sosyo–kültürel olguların incelenmesine uygulayarak ulaşmıştır. Genelde kitle hareketlerinde ve kitle psikolojisinde etkin hale getirilmek üzere bir potansiyel olarak yıkıcı eğilimlere işaret eden kanıt, Freud’un düşüncelerine de güven sağlamıştır. Bu kanıtın dramatik kaynağı ise sosyal şiddetin yaygınlığıdır. (Kernberg, 2005: 179–180)
Gazali, saldırganlık ve cinsellik kuvvetlerinin bütün canlılarda var olduğunu ancak, düşünce ve anlayışın yanı sıra kötülük yapma gücünün insana özgü olduğunu söyler. Bu özelliği ile insan, akıl ve düşüncelerini kötülük yollarında kullanır, aldatma ve hileye başvurur.
Saldırganlık, cinsellik, kötülük yapma ve narsizm olarak ele aldığımız özelliklerin hepsi insanlarda bulunmaktadır. Bu özelliklerin içinden, insanda öncelikle cinsellik gelişir ve diğerlerini de etkisi altına alır. Sonra ise insanda saldırganlık özelliği gelişir. Bu iki güdü, bir araya gelip insanı etkisi altına alırsa, insanı, aklını kullanarak kötülük yapmaya iter. Bu da insanın yapısında kötülük yapma arzusunun da gündeme geldiğini gösterir. En son olarak insanda narsistik kişilik yapısı gelişir.
Görüldüğü gibi, Gazali’nin güdülerin ortaya çıkışı ve davranışları etkilemesi ile ilgili görüşleri bugünün modern psikolojisi açısından da doğrudur. Çünkü insanda organik ve fizyolojik güdüler doğuştan itibaren kendini gösterir ve davranışları etkiler, birçok psikolojik ve sosyal güdü ilk hızını bunlardan alır. Bunun için bunlara birincil güdüler denir. Psikolojik ve sosyal güdüler ise insanda sonradan öğrenilir ve ileriki yıllarda davranışlar üzerinde etkili olur. (Baymur, 1994) Gazali’nin ilk önce ortaya çıktığını söylediği şehvet sıfatı, bugünkü anlamda fizyolojik güdülerdir. Diğerleri ise insanın gelişimi ile birlikte edindiği psikolojik ve sosyal güdülerin karşılığıdır. (Certel, 2003: 50–51)
SONUÇ
Çok yakın bir geçmişi olan Modern Psikoloji’nin, bu kısa süreçte, insanı tanıma ve anlama noktasında çok önemli ilerlemeler içinde olduğu herkesin kabul edebileceği bir gerçektir. Bununla birlikte, henüz sistematik olarak psikoloji biliminin oluşmadığı dönemlerde de, o günün şartlarında insana ilişkin önemli kişilik çözümlemeleri ve insanı anlama çabalarının olduğu bilinmektedir. O günün ilim anlayışı ve dünya görüşünün hâkim rol oynadığı bu çalışmaların, günümüz ilim anlayışı, metot, teknik ve teorileri ile tam bir örtüşme içinde olmasını beklemek doğru olmaz. Modern psikolojinin tecrübeye dayalı, olgular üzerine odaklanan araştırmalarıyla karşılaştırıldığında, insana ilişkin geçmişte kalan bu tür yaklaşımların spekülatif oldukları iddia edilebilir. Böyle bir iddia, her ne kadar kendi içinde tutarlı ve geçerli gibi gözükse de, kanaatimizce, geçmişin insan psikolojisi ve kişiliğine ilişkin çözümlemelerinin gereksiz ve önemsiz olduğu ve Modern psikoloji’ye hiçbir katkı sağlamayacağı gibi bir yargıya varılamaz. (Karacoşkun, 2007) Aynı şekilde, İslam coğrafyasında Psikoloji ilmiyle ilgilenen düşünürlerin açıklamaları bugünkü psikolojinin sistematiği içerisinde yer almamakla birlikte, bugün için de dikkate alınacak ve psikolojiye ışık tutacak niteliktedir.
Bu çalışmamızda, 11. yüzyılda yaşamış bir Doğu filozofu olan Gazali’nin insan doğasına ilişkin çözümlemelerini ve insan davranışlarına yönelik görüşlerini incelemeye çalıştık. Görüldüğü gibi, Gazali, saldırganlık ve cinsellik güdülerinin davranışları ne denli etkilediğini, narsizmin davranışı etkileyen güdülerden biri olduğunu yaşadığımız dönemden bin yıl önce ortaya koymuştur. Ayrıca güdülerin ortaya çıkışı ve davranışları etkilemesi ile ilgili görüşleri bugünün modern psikolojisi açısından da doğrudur.
Sonuç olarak, Amerikan Psikoloji biliminin son yıllarda Budizm gibi Doğu felsefesine ve düşüncelerine daha çok yöneldiği bilinmektedir. Aynı zamanda ülkemizde de, Mevlana, Yunus Emre gibi düşünürlerin insana ilişkin öğretilerinin son yıllarda önem kazandığı gözlenmektedir. Bu yönden düşünüldüğünde, geçmişimizde var olan önemli şahsiyetleri bilmemiz, onların görüşlerini incelememiz ve ortaya çıkarmamız önemli olabilir. Çünkü Türkiye de, geçmişi itibariyle bir Doğu ülkesidir. Ayrıca kuramların, içinde var oldukları toplumun değer yargılarını ve düşünce tarzlarını yansıttığı görüşünden yola çıkarak, Türk coğrafyasında daha doğrusu kendi kültürümüz içinde ortaya konmuş fikirleri incelemekte fayda vardır.
(Uludağ Üniversitesi Din Psikolojisi Bölüm Başkanı Prof. Dr. Hayati Hökelekli danışmanlığında hazırlanmıştır. 6. ulusal pdr öğrencileri kongresinde bildiri olarak sunulmuştur.)