Belirsizlikler İçinde Aranan Güven Duygusu
Bilim tarihi boyunca çok yaygın olarak varlık içinde bir belirlilik bulma çabası olduğunu gözlüyoruz. Bu çaba sebep ve sonuç arasında sıkı bir bağ kurup bir sonraki basamakta sebebin sonucu etkilediğini ifade eden determinizme varmıştır. İnsanlar bir sonraki basamağa hakim olmak anlamına gelen kesinlikle kestirebilmek arayışı içinde hep olmuşlar. Bu sanki varlığa ya da maddeye dayandırılması hedeflenen bir güven hissi ya da emniyet duygusunun arayışıydı. Oysa Karl Popper gibi yeni dönem bilim felsefecilerine göre varlığın maddî âlem şeklinde gözlenen kısmında hep bir belirsizlik, bir sonraki basamakta ne olacağını yüzde yüz kestiremeyeceğiniz bir yapı vardı. Mikro âlemde Heisenberg Belirsizlik Prensibi gibi temel kurallar bir şekilde makro yapıya yansıyor; maddî âlemin kurallar içinde işleyen yapısının temelden kaynaklanan bir özellik olmadığı gözleniyordu. Sabah güneşin kaçta doğacağını yıllar öncesinden takvime yazabileceğiniz kadar kurallar ve belirlilik içinde işleyen âlemde her an sürprizlerle karşılaşma riski de işleyişin başka bir boyutunu oluşturuyordu. Tümevarım metodu ile elde edilen bilgilerden ortaya çıkan genellemeler kainatın işleyiş kurallarına bir belirlilik getirmekle birlikte bu kuralların maddî âlemin temel ve vazgeçilmez özellikleri olmadığı bir zorlayıcılık ve bağlayıcılık gözlenmediği de açıktı. Popper, kesin doğruların ortaya konamayacağı, ancak yanlışlığı ortaya konana kadar doğru kabul edilen bir değerler ve kavramlar dünyasında yaşadığımızı kabul etmemiz gerektiğini ortaya koyuyordu.
Bir yönüyle belirgin özellikler arz eden ve diğer yönüyle bir sonraki anın net olmadığı ve her an beklenenin dışında bir durumla karşılaşma ihtimali olan bir dünyada gelecek çoğunlukla karanlık olarak yer almış bir kavramdır. Genel işleyişe ve sebep ve sonucun büyük çoğunlukla birbirini takip ettiği ve bu halin sürekli olduğu dünyada insanların bilinç altında hep bir belirlilik ve netlik beklentisi oluşmuş gibidir. Belirsizliklerin önemli bir endişe ve huzursuzluk kaynağı olduğuna dair meşhur Çin işkencesi önemli bir örnek olmalıdır: İşkence uygulanan şahsın saçı sıfır numara traş edildikten sonra tavandan belirli aralıklarla soğuk su damlası başına damlatılır. Bunun ardından damlaların aralığı düzensiz hale getirilir. Bir sonraki damlanın geleceği anı kestirememek kişi için tarifi imkansız bir kaygı, endişe ve huzursuzluk, yani anksiyete halidir. Anksiyete genel olarak ferdin psikolojisindeki korku ve endişe halinin karşılığıdır. Amerikan Psikiyatri Birliği’nin tüm dünyada kabul edilen tanımı ile: “Anksiyete, otonomik sinir sisteminin hiperaktivitesine bağlı somatik belirtilere eşlik eden, korku hissi ile belirli patolojik bir durumdur. Belli bir nedene yanıt olan korkudan ayrılır.” Yani kişi sinir sisteminde kendi kontrolü dışında işleyen bir sürecin etkisi ile bedeninde korku halinde ortaya çıkan hali korku oluşturacak bir sebep olmaksızın yaşar. Aşırı adrenalin deşarjı ile kalp atımları hızlanır, rengi beyazlaşır, soğuk soğuk terlemeye başlar ve bazen ölüm korkusu yaşar. Aynen köpekten çok korkan birinin yalnız başına köpekle karşı karşıya geldiği andaki beden reaksiyonları ortada hiç bir sebep yokken yaşanır. Bu gruptaki psikiyatrik problemler anksiyete bozuklukları şeklinde adlandırılır ve toplumda oldukça yaygındır. Bunun arka planındaki temel neden varlığın işleyişindeki genel belirsizlik hali olmalıdır. Bu belirsizliklerin en başında ve en net şekilde yaşananı hayatın son noktası
yani ölüm anıdır. Ölüm ferdin günlük hayatına aynen Çin işkencesindekine benzer bir belirsizlik getirmekte, çevresinde gözlediği her ölüm vakası işkencede başa düşen damla misali ferdi irrite etmektedir. Yine yakınları ile ilgili endişeler ve insanlığın tamamını içine alan ilgi ve kaygı alanı sosyal bir varlık olan insanı endişeler gerginlikler ve huzursuzluklarla yüzyüze getirmektedir. Bunun alt yapısını oluşturan temel faktör geleceğin belirsizliğinden kaynaklanan bir endişe olmalıdır. Bu hal ferdin hayata bağlılığı ve yaşama sevinci ibresi anlamına gelen duygu durumunda bir dengesizlik hali oluşturur ve yeni sınıflama ile afektif spektrum bozuklukları adı altında incelenen yeme bozuklukları, alkol bağımlılığı, obsesif kompulsif bozukluk, panik bozukluğu, fibromiyalji, migren, kronik ağrı gibi durumlara yol açar. Yani ferdin başağrıları, kas ağrıları, eklem ağrıları, krokulu rüyaları, panik halleri ve endişeleri gibi pek çok durum aslında geleceğin belirsizliğinden kaynaklanan endişelerin bedene yansımasından kaynaklanıyor olabilir. Her an ortaya çıkma ihtimali bulunan depremler, felaketler ve önemli hastalıklar gelecekle ilgili belirsizliğin ve şuur altında var olan endişenin farklı bir boyutunu oluşturmaktadır.
Diğer taraftan insan emelleri çok ileri uzanan bir varlıktır. Konuşmak, yürümek şeklinde başlayan gelecek hedefleri sınıfı geçmek, üniversiteyi kazanmak, kariyer sahibi olmak, işini büyütmek, dünya ile rekabet etmek gibi noktalara kadar uzanır. Bu hedeflerle ilgili beklentiler, kayıplar ve riskler de ferdin hayatında önemli endişe ve kaygı sebepleridir. Bu alanlarda da beklentileri ile önüne çıkanların uyuşmamasından kaynaklanan duygu durumu çöküşleri ile de karşılaşabilir. Büyük beklentilerin ardından yaşanan kayıplar ferdi hayat yolculuğunda ciddi tökezlemelerle karşı karşıya getirebilir. Sanki insan beklentileri, hedefleri, endişeleri ile varlığın çarkları arasında yuvarlanmakta ve bu dalgalanmalar içinde geleceğini aydınlatmaya çalışmaktadır. Gerçek anlamda bir aydınlık ise hayatın hiç bir döneminde tam anlamıyla sağlanamayacak gibidir. Çünkü, varlığın genel yapısı ve özü buna uygun değildir.
İnsan gurbet paradigması şeklinde adlandırılan bir durumun da objesidir. Ruhlar âleminde âlemlerin Rabbi ile akitleşmiş ve O’nun Rabbi olduğunu kabul etmiş bir ruh bu âlemin çok uzağında ve sahibinden uzakta bir gurbet hali yaşamaktadır. Bu durum evden kaçmış bir genç ya da sahibinden uzaklaşmış bir köle misali gibidir. Şuur altında ve özünde bu suçluluk duygusunun ve kaçmış olma halinin verdiği sıkıntı her insan tarafından bir şekilde hissedilir. Yaşanan endişe, anksiyete ve huzursuzluk hallerinin önemli bir nedeni de bu olmalıdır. Beden için doyduğu yer vatan olan olarak algılanabilirken ruh kendini hep asıl vatanından uzakta algılamanın sıkıntıları ile yüzyüzedir. Belki de beden maddî âlemin gerekleri ile yüzleşirken ruhun çoğunlukla kendi âlemine gönderilmesi yani kalbin maddî âlemin ve dünyanın dışında tutulması ferdin en ideal ve dengeli konumudur.
Gelecek ve insan konusu ele alınırken yapılması gereken en önemli şeylerden biri zaman ve mekanın şekillendirdiği varlık âleminde insanın konumunu netleştirmek olmalıdır. Her an yeniden şekillenen, gözlemcinin olaylar üzerinde etkili olduğu ve belirsizlik prensiplerinin bir kural şeklinde yer aldığı zerreler denizinin ortasında bir mikro âlem ve sonsuz gibi algılanan bir uzay boşluğunda dev gibi kürelerin ve ateş toplarının ortasında belki bir mikroskobik varlık durumuna indirgenen dünya manzarası oluşturan makro âlem. Bu konumlardan ele alındığında olayların önemi ve belirginliği çok farklı bir yere oturacaktır. Uzay boşluğundan küçücük bir mavi top şeklinde gözlenen dünyada hayatımızı ve geleceğimizi karartan olaylar muhtemelen çok küçülecektir. Bulunduğumuz konumdan gözlenen netlikler ve belirlilikler varlığın alt katmanlarında ve üst katmanlarında kaybolmakta ve en küçük zerre ile uzay boşluğunu donatan küreler bize karışık gelen ve netlik olmayan haller içinde buluşmaktadır. Böyle bir konumda bulunan insanın geleceğinden emin olabileceği ve bir sonraki anı emniyet hissi ile karşılayabileceği tek durum zerreyi ve dev küreleri kontrol altında tutan ve kendi bedeninin zerreleri de O’nun kontrolünde olan adaletli, merhametli ve sevgisinin sıcaklığı ile varlığın tümünü kuşatan bir İdareci ve Terbiye Edici Zat’a dayanmak olabilir. Bu ve benzeri özellikleri tarif edilmiş Zat varlığın dışında ve özellikleri maddî varlıkların üstünde onlardan farklı bir konumda, zaman ve mekanın dışında bulunmalıdır. O Zat Kur’an’ın ve bütün semavi kitapların tarif ettiği âlemlerin Rabbi’dir. O sema ve yeryüzünün nurudur. En ince ayrıntısından uzayın en uç noktasına, zerrelerden yıldızlara kadar her şey O’nun nuru ile gerçek anlamda aydınlanır. İnsanın bu kadar belirsizlikler içinde yaşadığı ve her tarafın belirsizlikler, kaoslar, muğlaklıklar ve insanı yutacak ölçüde büyüklükler ile çevrili olduğu bir maddî âlemde geleceğini aydınlatacak olan da ancak O’nun nurudur.