Tûl-i Emel
Günlük hayatımızı şöyle bir gözden geçirelim. Neler hayatımızda önemli? Hangi değerler için yaşıyoruz? Neyin peşinde koşuyoruz? Aslında bu soruların "Necisin, nereden geliyorsun, nereye gidiyorsun?" şeklinde ifade edilen en temel sorularla birlikte düşünülmesi gerekiyor.
İnsanın kendini tanımlaması gerçekten çok önemlidir. "Kendi" tanımı aslında hayatın ve varlığın tanımıdır. Çünkü, her insan kendi aleminin merkezi ve direğidir. Varlık, onda yansıyor ve onun ayinesine göre anlamlanıp renkleniyor. İnsanın ruh hali, mizacı, hatta psikolojisindeki günlük değişimler bile varlığa bakışını, eşyayı algılayışını etkiliyor. Üzüntülü insan bütün varlıkları matem halinde algılarken, neşeli insan çevresini ve bütün varlıkları bir şenlik ortamında algılıyor. "Depresyon"daki bir insan için hayat ve içindekiler büyük bir karamsarlık ortamındayken, "mani"deki insan için her şey canlı ve heyecanlı, varlık büyük bir neşe içindedir.
Menfaatleri takip için kuvve-i şeheviye, tehlikelerden korunmak için kuvve-i gadabiye ve iyi-kötü ayırımını yapabilmek için kuvve-i akliyenin dayanaklığı ile ayakta kalabilen benliğin iç alemimizde tanımı ve bize yansıttıkları, aslında varlığı tanımladığımız değer yargılarını oluşturuyor. Bu kuvvelerin vasatında yani iffet, şecaat ve hikmetten geçen yolda insan dengeli bir benlik ve varlık tanımına ulaşabiliyor. Bu tanımda "ben"in ve "varlık"ın Yaratan ile bağlantısının kurulduğu nispette değer yargıları ölçülü ve dengeli oluşuyor.
Evet, hayatımızda neler önemli? Kazanmak istediğimiz ve istikbalimizi üzerine inşa edebileceğimizi düşündüğümüz okul mu? Almayı düşündüğümüz yeni model araba mı? Milyarlarca lira masraf edip, ustalarla uğraşmaktan bıktığımız, bir türlü istediğimiz şekilde adam edemediğimiz ev mi? Yağacağımız yeni yatırım mı? Ekonomik kriz mi? Ozon tabakasının delinmesi mi? Ya da kendi dar dünyamızın dışına çıkamayan varlıklar arası bağlantıdan kaynaklanan başka bir problem mi?
Yalnızca bu tür problemler için mi yaşıyoruz? Eğer öyle ise bütün bu şeyleri elde etmiş, ama ölüm ile hepsi elinden çıkmış ve elde ettiği hiçbir dünyevi değerin kendisine faydası olmayan bir zenginin, hayatının anlamı neydi? Yoksa sık sık söylendiği gibi "Hayat boş!" muydu?
Peşinde koştuğumuz değerler madde ve dünyanın ötesine geçmiyorsa, evet hayat boş! Çünkü varlığın ve hayatın içini ancak Yaratan, Rahmanurrahim doldurabilir. Onun olmadığı her yer, her şey en azından bizim alemimizde boş ve anlamsızdır. Hayatın devamı süresince belki oyalayıcı bir anlam ifade edebiliyor ama ölümle o da elden gidiyor. Peşinde koştuğumuz heveslerin, arzuların, sonu gelmeyen isteklerin hiçbir anlamı kalmıyor. Zaten o bitmez isteklerin bittiği nokta genellikle kabir olmaktadır. O yüzden tamamıyla dünya eksenli bir hayatın, mal ve mülk hevesinin ve neticesi riya olan şöhret hırsının temelini oluşturan tûl-i emel hastalığına çare rabıta-i mevttir. Sonu gelmez arzuların, ölümü, ahireti düşünmeden hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya bağlanmanın bir hastalık olduğunu öncelikle kabullenmek lazımdır. Bu yüzden alemimizde lezzet, mutluluk, refah gibi kavramlar yeniden tanımlanmalıdır. Rabbini unutmakla yaşanılan lezzet aslında en büyük acı, yalnızca kulların takdirini kazanmak ve gıpta edilen biri olmak arzusu ile peşinden koşulan şöhret riyanın ta kendisidir. Yaratanla alakası kopuk, zenginlik ve şöhret ile temin edilen suri ve geçici mutlulukların neticesi, dünya ve ahirette azaptır. Yalnızca kendini düşünüp çevresinden, diğer insanlardan bihaber, başkalarını ezmekle temin edilmiş refah, en boğucu, huzursuzluk verici cehennemi bir halin zeminidir. Bütün bu hallerin numunelerini mahallemizde, gazetelerde, radyo ve televizyonlarda her gün görebilmek mümkündür.
Yaratıcıdan bağımsız, yalnızca ibadetler esnasında O'nun hatırlanmaya çalışıldığı hayatlarımızda tûl-i emel, ruhi boyutumuzu yiyip bitiren bir kanser hastalığı gibi yer etmiştir. Günlük olayları Yaratandan bağımsız yaşayan, varlığı yalnızca eşyanın kendi iç işleyişi ile algılayan ruhların ibadetlerde de çok keskin bir dönüşle kendilerini Rabb-i Rahim'n huzurunda hissetmeleri beklenmemelidir. Çünkü insanın yapısında ahlak, tabiat, yaratılış gibi kavramlarla ifade edilen, hep onunla meşgul olduğu, önem verdiği, peşinde koştuğu şeylere meyyaliyet vardır. Kalbini bağladığı şey hayat tarzı olur ya da onu temelden etkiler. Kalpte ise bağlılıklar hızla, anlık olarak değişmez, genellikle kalıcı ve uzun sürelidir. Kalbi dünyaya bağlı bir insan namazda kalbini Rabbine çevirebilmekte büyük sıkıntılar yaşamaktadır. Tûl-i emel ve dünyevi arzular ibadette bile kalp ve ruhu boğup zorlamaktadır.
Bu noktada, özellikle İslam'ı bir hayat tarzı haline getirmek arzusundaki insanlarda bir ikilem yaşanmaktadır. Tasavvufta tul-i emelin ilacı olarak geliştirilen rabıta-i mevtin bir tür ifadesi olan "ölmeden önce ölmek" gerçeği yaşanırken, ölümü ruhen ve kalben yaşamak yerine hareket eden ölülere meyyit-i müteharriklere dönmek neticesi doğmaktadır. Yani dünyayı terk etmek; yememek, içmemek, çalışmamak dünyanın kurallarına uymamak gibi bir yaşantı şekline dönüşmektedir. Bu sefer Rahman'ın sofrasındaki nimetlerden mahrumiyet ve muvaffakiyetsizlik tokadı yenmekte ve bunu ümitsizlik takip etmektedir. Yani kuvveler vasatta olmayınca ya dünyaya dört elle sarılıp Rahim unutulmakta ya da dünya tamamıyla terk edilip Rahman unutulmaktadır. Oysa kesben dünyaya dört elle sarılmalı, kalben terk edilmelidir. Çünkü dünya şeriat-ı fıtriyenin, sünnetullah ve adetullahın ifadesi olan bir kitaptır ve onun anlattıklarına itaat etmemek şeriat-ı fıtriyeye isyandır ve Rahman'ın muvaffakiyetsizlik tokadına müstehak eder. Ancak ayine-i Samed olan kalbin bağlanabileceği hiçbir özellik, hiçbir güzellik o dünyada olamaz ve bulunamaz. Kalp dünya ile tatmin olmaz. O zaman ona bağlanmamalıdır. Yalnızca Yaratıcı hesabına bakıldığında, O'nun namına mana-i harfi ile sevildiğinde gerçek mutluluk, gerçek lezzet ve gerçek refahın zemini olabilir. Oysa, Yaratan'ı düşünmeden dünya ve içindekilere, mal ve mülke, şan ve şöhrete müptela olan insan, oyuna dalmış bir çocuğun veya sarhoş olmuş bir serserinin halini yaşamaktadır. Arkasında bir aslan pençesini kaldırmış tepesine indirmek üzere iken, önündeki baklavalara uzanan bir insanın ahmaklığını hayatında sergilemektedir. Bu insan hep uzanacaktır. Yarına, gelecek seneye, on yıl sonrasına, yüzyıl sonrasına. Halbuki ecel dakikalar, saniyeler içinde gizlidir.